Kirli olanın saf olanla ünsiyet kuramamasından payımıza bir hasret düşüyor.

 

 

 

 


"Sana karşı güzellerle çirkinler, iğnenin önündeki resme benzerler

Dilersen kağıda o iğneyle güzel bir resim yaparsın, dilersen çirkin

Sonra da onları ölümle, hastalıkla yırtar atarsın

Resimler, aynı kalemden çıktıklarını bilselerdi

Her resim öbürüyle sütle bal gibi kaynaşır birleşirdi"

(Mevlana Celaleddin-i Rumî - Divan-ı Kebir'den)

 

Tasavvuf söz konusu olunca en çok zikredilen kavramlardan biri de hayret. Feirdüddin-i Attar'ın Kuşdili (Mantıku't-Tayr) aslı eserinde kuşların Anka Kuşu'na ulaşması için geçmesi gereken yedi vadiden bahsedilir, bu vadilerden biri de Hayret Vadisi'dir. Diğer taraftan Bişr-i Hafî'nin de "Dünya uzunca bir hayretten başka nedir ki!" sözü de meşhurdur. Değil mi ki aşkın tariflerinden biri de "Hayret"tir, o halde bu kavramdan bahsetmeye değer. Hayret, şaşırmaya benziyor, çoğu zaman ikisi birbirine karışıyor. Şaşmak yoldan çıkmaya, hayret etmekse sanki  yoldan çıkmadan yolda karşılaştığına bakakalmaya işaret ediyor gibi. Ünlü bir sihirbaz çocuğuna güneşi avucunun içinde kaybedeceğini söyler. Güneş tam batmak üzereyken avucuyla, çocuğun güneşi görmesini engeller. Bir müddet bekledikten sonra apra kadapra, hokus pokus falan diyerek, elini kaldırıverir. Çocuk güneşin ortada olmadığını görünce gördüğüne inanamaz, .ocuklara ait bir saflıkla ve heyecan içinde kalarak babasına 'bir kere daha yapsana baba' der. Zira çocuk olan biteni kavrayamamıştır. Çocuğun bu tepkisinin hayret makamıyla ne kadar ilgisi var bilemiyoruz, zira çocuk zaten bilgisiz. Hayret makamında belki de bildiklerimizin yetersizliğine şaşırıp kalıyoruzdur.

 

Hayret, hayat karşısında bir refleks. Çocuklar, bu yüzden sık sık hayrete düşerler. Çocuk, etrafında olan biten birçok şeyle ilk defa karşılaşır, önyargıları yoktur. İlk defa karşılaştığı şeyler de doğal olarak onda büyük bir ilgi uyandırır. Büyüdükçe, dünyayı tanıdığımızı sandıkça, olanın bitenin tekrarlanmasından dolayı hayretimizi, heyecanımızı kaybetmeye başlıyoruz. Bu anlamıyla büyümek, kovulmaya benziyor. Adem nasıl cennetten kovulduysa biz Adem'in çocukları da çocukluktan kovuluyoruz. İyilik ve kötülük bilgisine ulaşınca çocukluğun gündelik hayatla rüyayı ayıramayan çağından, yetişkin olarak rüyasız gerçekliğin ortasına düşüyoruz. Yetişkin birey, artık akıllı ve önyargılıdır, acımasız ve zor bir hayatı yaşamak zorundadır. Böyle bir dünyada insana bir dayanak lazımdır. 'Tek dayanağım çocukluğum' diyor Rilke. Bu durumda Küçük Prens'in gezegeni, onun cenneti oluyor.

 

Kirli olanın saf olanla ünsiyet kuramamasından payımıza bir hasret düşüyor. Cennet özlemiyle çocukluk özlemi de bu noktada birbirine benziyor. Saflık, korunması veya kaybedildiği takdirde tekrar kazanılması, bulunduğunda ıskalanmaması gereken bir durum. Peygamber efendimiz(s.a.v) yağmur yağdığında alnını yağmurun altına tutarmış. Niçin böyle yapıyorsunuz diyenlere, "yağmurun Allah ile olan akdi benimkinden tazedir" derlermiş. İsmi pak, kendisi pak efendimiz dahi sırf dünyada olduğu için böyle yaparmış.

 

Kirli olanla saf olan ayrımı bizi çok temel bir ilkeye götürüyor: Her şeyin zıddıyla kaim olması. Bilinen ikiliklerin en önemlilerinden biri ruh ve beden ikilisi. Aristo, bu konuda "Ruh ve beden birbirine aşıktır" der. Platon ise ruhun bedende hapis olduğunu söyler. Bu iki temel görüşü birleştirmeye çalışanlar da olmuştur. Hayat bu gibi zıtlıkların, gerilimlerin üstüne inşa edilmiş. Hayatın bizzat kendisi bir gerilim. Gerilim en az iki şeyin olduğu bir yerde olabilir, bu nedenle gerilimin varlığı kesretin varlığından kaynaklanır. Bunca zıtlığı, kesreti vahdete "bilmek" çeviriyor. Çirkin resimle, güzel resmin aynı kalem tarafından çizildiğini bilmek gerekiyor. Eğer bilgiye ulaşılırsa, marifet elde edilebilirse, her resim öbürüyle sütle bal gibi birleşir, kaynaşır, aynı bütünün parçaları oluverir. Parça ise bütüne göre yok gibidir. Tam bu noktada Puzzle kelimesi enteresan bir örnek, puzzle hiç olmayan anlamına geliyor. O küçük parçalara takılıp kalmak, onlara bir varlık atfetmek, onları bir şeye benzetmek, insanı aldatır. Tek tek ayetler ile vahyin tamamı da buna benzer bir ilişkiye sahiptir. Ayete takılıp kalmak, Kur'an'ı anlamaya mani olabilir.

"Hem o bildiğin şeylerim ben, hem o sırları saklayan" diyen Mevlana'nın bu dizesi konuyu ne kadar güzel özetliyor değil m?