Her Eylül başı evde bir telaş.
Dünyanın onca hay huyu arasında, eşim ve ben bir eksikliği hissederiz.Acaba önce hangimizin aklına gelecek? Genelde eşimin aklına dank diye düşer bir fikir. "Eylül ayındayız. Güz mevsimi geldi. Mustafa Kutlu'nun yeni kitabı çıkmadı mı ki acaba?"
Bu sefer ben gördüm üstadın yeni kitabını. Hemen aldım, götürdüm. Eve sanki müjdeli bir haber girmiş gibi seviniriz Kutlu'nun yeni kitabı çıkınca. Önce eşim okur, ardından ben. Bir değirmen gibi bizi öğüten bu dünyada, 2010 yılında, Eylül ayının bir Pazar günü, uykudan uyandırdı beni telaşla. "Kalk, kalk, Mustafa Kutlu âşıkları öldürdü. Sevenler bu sefer kavuşamıyor. Hikâyenin sonu çok kötü"
Hepimiz Mustafa Kutlu'nun şapkasının altından çıktık. Hikâyelerinde bize benzeyen bir kahraman mutlaka vardır. Benimki de Ya Tahammül Ya Sefer'deki Murat'tır. Şu an onun yaşadığı hayatın bir benzerini yaşıyorum desem yeridir. Bir farkımız var, o idealleri uğruna bekâr, ben idealleri uğruna evli. Ne vakit eski dostlardan birisi, bir zamanlar çıkardığımız Mağara Dergisini, eski günleri, sabahlara kadar süren edebiyat sohbetlerimizi, şu an (aynı isimle) sanal âlemde var olma mücadelesi verdiğimiz edebiyat sitesini, yazı çalışmalarımı sorsa hemen aklıma Murat gelir. "Herkes gitti, bir ben kaldım tekkeyi bekleyen" diye geçiririm içimden. Bir de "Ne tahammül ne sefer" diyen Murat Erol gelir aklıma. Bakar mısınız, "Ya Tahammül Ya Sefer" diyen de Murat, "Ne Tahammül Ne Sefer" diyen de. "Sakın kader deme, kaderin de üstünde bir kader vardır."
Hayat işte, akıp gidiyor.
İşte bu akıp giden hayatı bu ülkede en iyi anlatan yazar, Mustafa Kutlu'dur. Bir akarsuyun çağıldayan sularını seyreder gibi olurum onu okurken. Harman vurulur, düğünler yapılır, güz başlar, okullar açılır, umutlar tazelenir, çocuklar delikanlı, delikanlılar bey, beyler ihtiyar olur, yaşlılar ölür, ağaçlar devrilir, bahar gelir, çocuklar yeniden doğar, tohumlar yeniden filizlenir, koyunlar kuzular, otlar yeşerir, sevenler kavuşur, fesatlar kudurur, gün olur harman yeniden kurulur. Doğa ve insan beraberdir onun hikâyelerinde. Bize Kutlu'yu sevdiren de bu doğallığı aynen yansıtmasıdır.
"Zafer Yahut Hiç", Kutlu'nun 2010 güzünde çıkardığı yeni kitabı. Beyhude Ömrüm'ü okuyunca, "Kutlu Türkiye'de geleneğin moderniteye yenildiğini kabullendi" diye düşünmüştüm. Yadigâr (Gülpaşa Çavuş'un oğlu) o yaşlı ve hasta haliyle İstanbul'daki çocuklarının evinden kaçıp, ömrünü harcadığı bahçesinde son nefesini verdiğinde "Bu iş bitti" demiştim, "Geleneğimizin dünyayı kasıp kavuran modern kültüre yenik düştüğü yerdir bu bahçedeki yalnız ölüm." Katı olan her şey buharlaşıyor ne de olsa.
Zafer Yahut Hiç, klasik Mustafa Kutlu tekniğiyle, hayatın yollarını kesiştirdiği Doktor Ferit, Öğretmen Oya, Belediye Başkanı Samet, Komiser Bulut, Mimar Canan, Hemşire Neriman, Kolsun Recep, Horoz Hamdi, Kör Osman ve diğerlerinin yaşadığı, İstanbul'un uzaklarında, Tepeköy'de, yine akıp giden hayatın (aslında kaderin) önümüze çıkardığı bir dizi olaydan bahsediyor. Önümüze çıkardığı diyorum, zira Kutlu'nun hikâyelerinde birey-doğa-hayat üçlemesi birbiriyle uyumludur. İnsanlar kaderiyle barışıktır, hayatı sorgulamakla vakit geçirmezler. Dayak yiye yiye, ancak ömrümüzün sonunda itiraf ettiğimiz, Tanrının ve bizim için yarattığı kaderin gücü Kutlu'da son derece basit bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar. İnsan, elinden geleni yapar ama kaderin hükmüne de razıdır bu iklimde.
Doktor Ferit, amcasının yanında büyümüş, üniversite, doktora derken, Amerika'da uzmanlığını almış bir doktor. Yurda dönmeye karar verip, Tepeköy'e amcasının yanına geliyor, amca belediye başkanı olmuş. Derken bir kavga, yaralı bir kadın, Ferit'in kollarında güzel mi güzel iki göz: Oya öğretmen. Birden bahçenin birinden bir güvercin havalanır.
Genç kızlığından beri Ferit'e âşık olup yolunu gözleyen amcasının kızı (okuyup mimar olmuş) Canan'ın Ferit'in gelişiyle alevlenen yüreğine söz geçiremeyişi, geldi geleli Oya öğretmene sahip çıkan, kol kanat geren, onun gibi kendisi de boşanmış ve çocuklu komiser Bulut'un umutsuzca Oya'dan beklediği, zar zor kurulmuş, henüz belde olmuş Tepeköy'ün civarda palazlanan fabrikaların atıklarından çektiği, hastalıklardan yörenin çocuklarını kurtarmak isteyen başkan Samet Güneş'in siyasilerden el aman ettiği, hemşire Neriman'a abayı yakan optik Oğuz'un bir sözü ötekine uymayan Neriman'dan ah edip inlediği, hurdalık işletiyorum diye eroin sevkiyatı yapan eski mafya adamı Kolsuz Recep'in polisle tavşan kaç tazı tut oynadığı, "dışarıda muhteşem bir gece, yıldızların yere indiği" bu ovada göklerden gelen karar, insanların macerasını şekillendirirken, bulana durulan akan suyun sonunda yatağına kavuşmasına alışkın okuyucu için sürpriz bir son hazırlar Kutlu. Artık hayat Yeşilçam filmlerindeki gibi değildir. İyilerin kazanamadığı, sevenlerin kavuşamadığı, ama her şeye rağmen hayatın devam ettiği bu sevimli belde belki de Kutlu'nun yaşatmak istediği geleneklerimiz için bulduğu yeni mekânıdır. Anadolu'nun ücra bir kasabasında değiliz artık, Erzurum'dan kalkıp İstanbul'a gelmiyoruz, bizzat İstanbul'un burnunun dibinde ama İstanbul'dan uzak, bir yanı dağlara, diğer yanı binalara bakan Tepeköy'de hikâyemiz ne kötü, ne de iyi bitiyor. Yazar haklı, henüz savaşı kaybetmedik. Ama zaferden de emin değiliz. Bu meraklı bekleyiş bakalım ne kadar sürecek?
Yıllar öce "İstikbal kasaba edebiyatınındır" diyen Sezai Karakoç'u haklı çıkarırcasına, her güz kuruluyor bu kervan. Biz de kervan göçmeden yetişmeye çalışa yolcular...