Nilüfer Göle'ye karşı pencere...

 

 

Nilüfer Göle'nin Gezi Parkı eylemleri ve sonrasında gelişen süreci değerlendiren yazısını okudum. Birkaç tespit yapmak istiyorum.

 

1- Ünlü sosyologumuz Gezi Meydan hareketini 68 kuşağının De Gaulle'e karşı başlattığı harekete benzetiyor. Bu nasıl bir benzetme, anlamadım. Bir kere De Gaulle, bir asker, bir komutan. Savaş sonrası ülkenin başına geçen bir komutan hem de. Bu adamı Tayyip Erdoğan'la kıyaslamak doğru değil. Seçimle iktidara gelmiş bir lideri, İkinci Dünya Savaşı'ndan (Almanlar Paris’i bombalamasın diye her türlü tavizi vererek) tamamen ezik bir psikolojiye çıkmış Fransa'nın asker lideriyle kıyaslamak bilim etiğine uyar mı? Bir tek sen mi sosyoloji okudun? Batı medyasına ve onun Türkiye’deki hayranlarına şirin gözükme derdinden başka neyle izah edilebilir bu?

 

2- Gezi Parkı eylemlerini Arap Baharı ile özdeşleştirme eğilimine, en koyu Ak Parti düşmanı yazarlar bile prim vermezken, Göle'nin bu hevesi niye? Biliyor ki bahsedildiği takdirde nasıl olsa akıllarda nasıl olsa yer edecek. Şunu dese anlarım; “Tayyip Erdoğan bu sese kulak vermezse bu işin sonu uzun vadede Tahrir gibi olabilir.” Ama hanımefendi buna hiç gerek görmeden bugünkü ortamı Mübarek rejimiyle kıyaslayacak kadar cesur. Göle'yi bilmem ama ben Mısır'ı gördüm, Kahireliler’le konuştum. Kıyas etmek bir yana çağrışım bile yapılmayacak bir süreç.

 

3- Çevreci duyarlılık ve kapitalizm eleştirisi kavramlarını kullanıyor sosyologumuz. Çevreci duyarlılık kavramını kullanmak için Göle olmaya gerek yok. Onu hükümet bile kabul ediyor.
Kapitalist eleştiri dediği sağı solu yakıp yıkmak. Bunun adı kapitalist eleştiri. Yorumsuz. Bunu Türk halkının vicdanına bırakıyorum.

 

4- Medyanın olayları görmemesini ifade özgürlüğünün kısıtlanması olarak yorumluyor. Medya olayı görmedi, tamam. Ama bu medyanın yeni takındığı bir tavır mı acaba? İktidarla (güçle) çıkar ilişkisi ilk kez mi kuruluyor? Diyelim ki medyanın tamamı iktidardan korktuğu için eylemi görmedi, o halde Türkiye'de nasıl özgür bir medya var da, şimdi bu özgürlük kısıtlanıyor? (Cumhuriyet mitinglerinde, sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemlerinde Can Dündar, Ali Kırca ve Cüneyt Özdemir kime hizmet ediyordu öyleyse? Mesela aynı medya Erbakan'ı kötülemek, Tayyip Erdoğan'ı şiir okuduğu için hapse mahkum etmek için elinden geleni yaparken Göle neden medya özgürlüğünden bahsetmiyordu?

 

5- Göle, basın, siyaset ve sivil toplumun aradan çekilmesinin Tayyip Erdoğan'ı yalnızlaştırdığı şeklinde yorumlamış. Tüm bu ara mekanizmalar neden bu eyleme katılmadı, bunun bir açıklaması yok. Üstü kapalı, iktidarın baskısı demek istiyor şeklinde anladım. İkincisi Tayyip Erdoğan, zaten yalnız bir adam. Şu an ona destek veren halk kitlelerinin dışında ona destek veren mi vardı ki şimdi yalnızlaşıyor? Bu halk onu zaten yalnız olduğu için sahiplendik. Ayşe Arman, düne kadar Erdoğan'ı seviyordu da şimdi mi uzaklaştı?

 

6- Meydan hareketi sivil direniş hareketi, bu tamam. Hareketin çapulcu, ayyaş gibi kelimeler etrafında bir sözlüğü oluştu, bu da tamam. Meydan demokrasisi diye bir kavram oluştu. Bunu kabul ediyorum. Artık Türk demokrasisi için sandık sözcüğü çok fazla anlam ifade etmeyecek, öyle görünüyor. CHP sandığın o kadar da önemli olmadığını darbe yoluyla defalarca gösterdi zaten. “Türkiye’nin kendine özgü şartları var” yorumunu toplumsal bir kabul haline getiren, Ak Parti değil herhalde. Laikliği bile, Türk usulü algılayan ve uygulayan Türkler için, demokrasinin farklı algılanıyor olması ne kadar sürpriz bir durum olabilir? En hafifinden medyamız bunu çok iyi bilir. (Hatırlarsak, 4 Kasım 2003 günü Hürriyet, "korkmayın asker var" yazmıştı.)

 

7- Gezi Parkı eyleminin Ak Parti iktidarına yarayacağına dair görüşleri, bir cümleyle ve önemsemeyerek geçiyor Göle. (Mevzu bahis bile olması ürkütücü geliyor olabilir.) Demokrasinin genişlemesi olarak ise, Sırrı Süreyya Önder'i gösteriyor.

Toplumun büyük bir kesiminin sağduyuyla sustuğunu, eylemin içine girmek istemediğini, bu eylemi bir tuzak olarak gördüğünü, MHP ve Ak Parti seçmeninin bilerek ve isteyerek (toplumsal huzuru bozmamak için) sabırla meydandan uzak kaldığını, CHP seçmeninin kararsız kaldığını hiçbir şekilde bahis konusu etmiyor sosyologumuz. Bütün bu süreci meydanlardaki insanlar Türkiye'nin tamamıymış gibi okumaktan da hiç çekinmiyor.
Ha, Sözcü Gazetesi gözüyle bakarsanız, meydanlardaki insanlar bu ülkenin tamamı olabilir.

 

Sonuç:

Efendim, Tayyip Erdoğan'ı kahraman ve lider yapan faktörler, Ak Parti tabanının üstün başarısı, Ak Parti ekibinin üstün toplum mühendisliği kabiliyeti falan değil, Ak Parti dışındaki diğer siyasal oluşumların Türk toplumunu okumaktaki yetersizliği ve eksikliğidir. Yalnızlaştırılmış, sahipsiz bırakılmış büyük bir toplumsal kesim kendisine lider olarak Tayyip Erdoğan'ı seçmiş, onun şahsında söz sahibi olmuştur. Tayyip Edoğan'ı, İttihat ve Terakki Partisi’nden bu yana, kendisi gibi düşünmeyen herkesi irticacı, faşist, yobaz, çağdışı ilan etme yetkisini kendisinde bulan ve bunu kendinde (adeta seçilmiş kavim gibi) bir hak olarak gören Beyaz Türkler'in, zamanı okuyamama ve yaşadığı ülkeye yabancılaşma problemi lider konumuna yükseltmiştir. Ak Parti tabanının (katı olarak nitelendirilen) nitelik ve nicelik analizlerinden daha çok, toplumu Tayyip Erdoğan'ın kucağına iten kesimin (sosyolojik anlamda) görme bozuklukları üzerinde araştırmalar yapmak daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyorum. Bugün, Tayyip Erdoğan'ın diktatör olarak anılmasını isteyen ve tek adam pozisyonundan rahatsız olanlar, Türk toplumunun (hadi Weber'in tabiriyle söyleyelim) karizmatik otorite kavramına nasıl vücut verdiğini lütfen bir daha düşünsünler. Bu ülkede Tayyip Erdoğan, "Tek Adam" sıfatı verilen ilk lider midir?