“Bugüne kadar görkemli bir metropol görmedim ki, insan kemikleri üzerine bina edilmemiş olsun.”

 

Röportaj: EKREM ÖZDEMİR

1944’de İzmir’de doğan, liseyi Tokyo, üniversiteyi Ankara’da okuyan, yüksek lisans ve doktorasını Amerika’da yapan, düşünce ve medeniyet tarihinden ilahiyata, dil bilimden aydınlanma felsefesine, Rusya tarihinden “Batıyı Batı Yapan Metinler’e eleştiri, inceleme, roman dahil edebiyatın birçok alanında kalemini konuşturan, en son “Funda’nın Yemek Rehberi” kitabıyla mutfakta da kültürünü konuşturan Alev Alatlı ile bireyselleşmeden komşuluk ilişkilerine, küresel ekonomik düzenden paçozlaşmaya, şehrin ve modernleşmenin hikâyesini konuştuk. Buyurunuz efendim.     


- Öncelikle şehir kavramını sormak istiyorum. Antik Yunan’dan Medine’ye, Roma’dan Kudüs’e giden felsefî, dinî, kültürel ve en son 20. asırda New York, Paris gibi şehirler temel alınarak modern kavramlaştırmalar yapılıyor. Siz şehir kavramını nasıl tanımlıyorsunuz?

Eski Yunanca’da şehir, “politikos” yani “siyaset” kelimesinden gelir. Atinalılar için şehir,  “siyasetin yapılaşması” anlamındadır.  Eflâtun ve Aristo, şehrin “toplumsal olarak ayrıştırılmış ve ayrıcalıklı” olması gerektiğini söylerler. Yani, Antik Yunan’da şehirler “demokrasi ve yurttaşlık hakları” olmayan kadınları ve köleleri dışlar. 

Atina’nın başlıca rakibi, Roma’nın lâkabı “asalak şehir”dir. Atina, hiç değilse kendisini beslerdi, Roma, yiyecekten hammaddeye, kölelerine varıncaya kadar her ihtiyacı imparatorluk lejyonerleri tarafından temin edilen, tufeyli bir yapılaşmaydı. Dünyanın en büyük şehriydi, bir milyon nüfusu vardı. Halkının yüzde doksan beşi sefaletin doruğunda sürünürken, saray mimarları altın varaklı kubbeler dikmekte beis görmezlerdi. Roma’ya, “sömürü kültürünün yapılaşması” olarak bakılmasının nedeni budur.

Fransız Aydınlanması, “hümanist” ideoloji doğrultusunda, Kilise’yi önemsizleştirirken, yerine “saray”ı getirir. Paris’i yeniden inşa eden Üçüncü Napolyon (1809-1873) amacının şehirde “anarşistlerin ve diğer baş belâlarının” yuvalarını kurutmak olduğunu ilân eder. Bugün hayranlıkla seyrettiğimiz o geniş bulvarların açılmasının, köşeli mahallelerin kurulmasının nedeni, Paris halkın denetim altına alınması, İmparatorun iktidarının sağlamlaştırılması arzusudur.

“Paris modeli” daha sonra başta Cezayir olmak üzere Fransız kolonilerine de ihraç edilirken, Müslüman medineleri Fransız askeri mimarları tarafından acımasız bir biçimde “modernleştirilir.” Böylece perçinlenen “sömürü kültürü”ne öykünen İngilizler, ticaret yollarını güvence altına almak, sömürgelerini denetleyebilmek için dünya çevresinde kurdukları altmıştan fazla benzer şehirde aynı dünya görüşüne sadık kalırlar.

İktidarın gücünü mekâna yansıtmak tutkusu, kendilerine tanrısal kudret vehmeden imparatorlara meşruiyet kazandırmak çabası, August pozitivizminin “tabiatı fethetme” hezeyanı Avrupa şehirciliğinin temel postulatlarıdır. Örneğin, muhteşem St. Petersburg’un baba-oğul mimarları Rastrelli’ler ve onların saraylı patronları, şehri Rus halkının yaşaması için inşa etmemiş, huşu içinde seyredip görkeminin altında ezileceği bir “kurtarılmış bölge” olarak kotarmışlardır.

1887-1965, İsviçre doğumlu Fransız mimar Le Corbusier ki, asıl adı La Chaux-de-Fonds’dur, yirminci yüzyıl modernizminin gurusu olarak bilinir. İsviçreli bir saat yapımcısının oğlu olan bu beyefendi, “Şehirler, vatandaşlara bırakılamayacak kadar önemlidirler” derken, Aristo-Eflâtun ikilisinin izindedir. Le Corbusier’e göre, “ev, içinde yaşanacak bir makinedir.” Hal böyle olunca, şehirlerin “katıksız geometri” kurallarına uymaları gerektiğini savunur, “tabiata tecavüz ediyor olmaları” bir övünç meselesidir. Le Corbusier’in şehirden anladığı: “köşeli dev binalar, geniş düzlüklere puantiye kumaşı anımsatır biçimde yerleştirilmiş tek tük ağaçlar.”

Bir hobisi de şehircilik olan Stalin, seçkincilik ve toplumsal sorumluluktan yoksunlukta Rastrelli’yi aratmayan Le Corbusier hayranlarındandır. “Stalin mimarisi” olarak da bilinen 1945 sonrası SSCB mimarisi, geometri kuralları doğrultusunda bir düzine tankın yanyana geçebileceği bulvarlar, devasa binalar, “ev içinde yaşanacak bir makinedir” şiarı doğrultusunda sosyal konut adı altında yükselen beton yığınlarına revaç verir.

Ve nihayet, şehir mimarisinin tartışmasız “guru”larından dünyaca ünlü Amerikalı Frank Lloyd Wright, yirmi birinci yüzyılda insanların uydu kentlerde, kendi sebzelerini yetiştirebilecekleri birkaç dönümlük bahçe içindeki evlerde yaşayacaklarını, her biri bir şehir merkezi gibi işlev görecek olan bu meskenler sayesinde şehirlerin ortadan kalkacaklarını öngörür.  Ne ki, Wright’ın 1930’larda ABD için öngördüğü uydu kentlerde evler, bugün bahçeler içindedir ama bahçelerde sebze değil, çim ekilidir. Ortadan kalkmak şöyle dursun, kentler her gün biraz daha büyümekte, varsılların iktidarını perçinlemekte, eşitsizlik derinleşirken kent merkezlerinde şiddet her gün biraz daha artmaktadır.

Yeni teknolojiler egemen metropollerde yoğunlaşır, New York, Londra, Paris, Berlin, Tokyo vb. güçlerine güç katmaya devam ederler. Daha da vahimi her bir kuşak, daha büyüğüne, daha şaşalısına, daha debdebelisine öykünür.

Bize gelince: Moğollar, Tatarlar, Türkler, vb. Asya kavimleri, “gökkürenin rölevesi”ni çıkarır, barınaklarını kutsal saydıkları gök cisimlerinden indirdikleri hayali şaküllerin toprağa değdiği noktalarda inşa ederlerdi. Bu nedenledir ki, bizim uğradığımız yerlerdeki kentlerimiz toprağa rastgele düşen tohumlara benzerler.  Meskenlerimiz, herşeyden önce “göksel cisimlerin yansımaları” oldukları için kutsaldırlar. Ve her koşulda öncelik kutsal olanın, yani konutlarındır. Anadolu’da sokaklara cetvel değmemiş ise, eğri büğrü ise, önceliğin farklı olmasındandır. Önce sokak, sonra ev çizilmez.

İslam’la birlikte kutsal meskenlerin mahremiyeti duvarlarla korumaya alınır. Duvarların, kapıların, pencerelerin yüksekliklerini hane halkının mahremiyetini korumak üzere ayarlanır. Dünyevi zenginlikle övünmek kabalık sayıldığından, yapılar “olmayanları imrendirecek” şekilde süslenmez. Mülkün asıl sahibinin Allah olduğu, malın en hayırlısının Allah yolunda harcananı; Allah yolunda harcananın da en hayırlısının halkın en çok ihtiyaç duyduğunu karşılayanıdır şeklindeki bilgi, sermayenin kalıcı yapıtlara değil, sevabı devam eden sadakalara, vakıflara - halkın en çok ihtiyaç duyduğu medreselerin, imaretlerin, aşevlerinin, misafirhanelerin işletme giderlerine harcanır. İstanbul 1850’lere kadar belediye nedir bilmediyse, nedeni çöp toplamaktan aydınlanmaya kadar, belediyelerin işlerini vakıfların yapmalarındandır. Bu vakıfların üçte ikisi Osmanlı hanedan mensuplarının kurdukları vakıflar olup, bir tahmine göre toplam işgücünün yüzde on altısını istihdam ederlerdi.

İroniktir ama komünist ideolojinin piri Engels’in rüyalarını süsleyen şehir, 19.yüzyıl İstanbul’uydu.  Sanayi devrimi sürecinde büyüyen fabrikalarla birlikte kentlerin yoksullara tahsis edilmiş semtlerinin de büyüdüğünü gören, Liverpool’da hektar başına üç bin kişinin düştüğünü, insanların bulabildikleri her delikte yaşamaya çalıştıklarını, mahzenlerin bile tıka basa insan dolduğunu gören, hava kirliliğinden, bronşitten, veremden yakınan Engels için İstanbul, sıradan insanlar için kurulmuş bir şehirdir. Hızla değişmekle birlikte, halen de öyle. İnsanlar Boğaz kıyısında istavrit tutabildikleri, çekirdek çıtlatabildikleri sürece bu niteliğini koruyan belki de tek metropolü olarak kalacak dünyanın.


- O halde, bu çerçevede bir şehir insanı profilinden söz etmek mümkün müdür? Mesela İlber Ortaylı “bir şehre yerleşmiş ailede, ancak üçüncü kuşak o şehrin insanı olur” diyor. Size göre kimdir şehir insanı ya da özellikleri nelerdir?


Bence, hayır. Şehre yerleşen bir aileyi değiştiren kent değil, ekonomik iştigal alanı ve bu alanın dayattığı davranış biçimleridir. Tersinden baktığınızda, bir köye, bir dağa, bir adaya, hatta bir tekneye yerleşen, bir ailenin uyum sağlamasının da bir kuşaktan fazla bir süreçte gerçekleştiğini teslim edersiniz.

- Sizin de oturduğunuz İstanbul şehrimiz için “İstanbullu olmak bu şehirde oturmak değil bu şehrin ruhunu taşımak ve yansıtmaktır” gibi yorumlar yapılıyor. Bu bağlamda bir şehre kimliğini ve ruhunu veren temel dinamikler nelerdir?

İstanbul’un “tek bir ruhu” olduğu düşüncesine katılmadığım gibi, seçkinci telmihinden de hazzetmiyorum doğrusu! Bana sorarsanız, Ümraniye’nin yoksul gecekonduları, Tarihi Yarımada ya da Pera’dan daha az “İstanbul” değildir. Balıkçıların İstanbul’u ise bambaşka bir âlemdir. Bu bağlamda, New York’tan, Paris’e herhangi bir metropolün bir “resmi” kimliği, bir de alternatif kimlikleri vardır. “Resmi” kimliği dayatılırken, diğerleri kendi meşreplerince yaşar.



- Şehir insanından devam etmek istiyorum. Son yıllarda hem sinemamızda hem de edebiyatımızda şehir hayatının yabancılaştırdığı, kimlik ve aidiyet problemi yaşayan insanların hayatlarına dair konular ele alınıyor. Neden şehirleşmek bireyleşmek, bireyleşmek de kendinden, toplumundan uzaklaşmak ve yalnızlaşmak gibi sorunlu bir şekilde yaşanıyor ülkemizde? Ya da tüm dünyada böyle de biz sadece intibak mı ediyoruz sürece? 

Yine aynı şeyi söyleyeceğim, yabancılaşmanın, kimlik ve aidiyet sorunlarının kaynağı şehir değil, ekonomik düzen. Bireyleşmek, hısım akrabadan uzaklaşmak, yalnızlaşmak, bütün bunlar rekabete dayalı kapitalist düzenin tezahürleridir. Düzenin hakkını veriyorsanız, küçücük bir köyde de aynı dertlerden muzdarip olursunuz. Meğerki üretim sürecinin içinde ailecek, aşiretcek yer alalım, yalnızlaşmak kaçınılmazdır. Bana sorarsanız, Türkiye şehirleşmeye mümkün olan en sancısız biçimde intibak eden bir toplumdur. İstanbul’u hemşerilik temelinde incelerseniz, yalnızlığı asgariye indiren yerleşim haritasını görürsünüz. 



- İki asırdır her konuda olduğu gibi şehirleşmeyi de Batılılaşma ve batılı standartlara erişme şeklinde algılayan bir anlayışın devam ettiğini görüyoruz. İbn Haldun’un (Mağluplar galipleri taklit eder) dediği gibi, bu bir zorunluluk mudur yoksa Dostoyevski’nin Budala romanının sonunda yaşlı kadın Lizavetta Yepançina’nın dediği gibi (bu Avrupa sevdası) bir fanteziden, bir yabancılaşmadan başka bir şey değil midir?

İbni Haldun’a katılırım. Bakın, bugüne kadar görkemli bir metropol görmedim ki, insan kemikleri üzerine bina edilmemiş olsun. Görkemli bir gökdelen, bir katedral, bir piramit, bir bulvar, şıkır şıkır bir şehir görmedim ki, temelinde sömürü, kan, cinayet, fuhuş, uyuşturucu, kara para yatmasın. Evsizlerin sığınmış, titreştikleri karanlık köşeleri, şiddetin kol gezdiği arka sokakları bulunmasın. Görkem beni ürkütür, gururuma dokunur, isyan ederim ama bir St.Petersburg’u da ölümüne kıskanır, itiraf etmem belki ama orada ne varsa artık, İstanbul’da da olsun isterim. Bükemediğim bir eldir, mecburen öperim. 



 

- Biraz da şehir kültürünü konuşmak istiyorum. “Beyaz Türkler Küstüler” kitabınızla ilgili söyleşinizde (bütün dünyada yaygınlaşan ve ülkemizde de giderek artan) paçozluk kavramı üzerinde çok duruyor ve giderek yaygınlaştığını söylüyorsunuz. Neden kendimize ait bir şehir kültürü ve bu kültürle beslenen aydınlar üretemiyoruz? Bunu sadece küresel ekonomik düzenle izah etmek kolaycılık değil mi?

Sorunuza soruyla cevap vereceğim: Mevlâna’dan özgünü olmasın. Hangi “şehir kültürü”nden beslendi? Keza, bir Cemil Meriç, bir Kemal Tahir?  Bakın, aydınlar, raflarda dizili kitaplar gibidirler. Aynı çatı altında, yanyana dururlar ama her biri ayrı bir dünyadır, karışmazlar. Ve yalnızdırlar. “Şehir kültürü” dediğiniz şeye bence hak ettiğinden daha fazla önem atfediyorsunuz. Şehirlerin bir avantajı varsa, kütüphanelerin varlığıdır. Varlığıydı demek lâzım, günümüzde onlar da önem yitirdiler. “Paçozlaşma” ise başka birşey. “Paçoz”  arsız, densiz, haddini bilmez, bayağı; kendi çıkarları için her yolu mubah sayan, küstah, beş para etmez, tufeyli, sokak kurnazı, zevzek. Müptezel, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtenliksiz, pespaye, nekes; terbiyesiz, aşağılık, ahlâksız, kalleş. Dostoyevskî, “poşlost” der, topluma musallat olan iblise eş sayardı “paçozluk”u. “Kent kültürü” dediğiniz dünya görüşü, paçozluğu önlemezken, köylünün sahicisi de paçoz olmaz. Paçozlaşma, küresel ekonomik düzen yerleşmeden önce de vardı, lâkin gelmiş geçmiş tüm değerlerin serbest piyasanın öncelik sınıflandırmasına terk edildiği bir dünyada elbette güçlenerek yayılacaktır.   

- “Evin içinden konuşmak” sizin için çok önemli, bunu biliyoruz. “Apartmandan cenaze kalkıyor, haberimiz olmuyor” şeklindeki serzenişlere katılıyor musunuz? Gerçekten bu kadar koptuk mu komşularımızdan? Mesela siz komşularınızı tanıyor musunuz?

Bence, hayır. “Komşu” çokça da mesafe ile, fiziki yakınlık ile ilintili bir kavram. Ulaşımın zor olduğu, zaman aldığı yıllardan kalma bir ilişki biçimi olarak, nostaljik bir niteliği var. Apartmandan kalkan cenazeyi görmemiş olabilirsiniz ama ülkenin bir ucunda vefat eden eşinizin dostunuzun haberini anında aldığınız, gerekeni yapabildiğiniz de bir vakıa. Ölen düştüğü yerde kalmıyor artık. Bana gelince, “komşularım” hiçbir zaman yanımda yöremde ikamet edenlerle sınırlı olmadı, çok şükür.   


- Rusya’dan konuşalım biraz da. Şehirleşme ve şehir kültürü dendiğinde Rusya’nın yaşadığı Petersburg-Moskova düalitesi belki de en iyi örnek. Petersburg evden kaçmanın, Moskova eve dönmenin sembolü olarak görülebilir mi? Modernleşmek isteyen her ülke bu trajediyi yaşamak zorunda mıdır?

O kadar da keskin bir düaliteden söz edilebilir mi, bilemiyorum. Rusya’da modernleşmeyi dayatan çarlardır, malûm. Moskova’da olsun, St.Petersburg’da olsun, yukardan aşağı empoze edildi.  Deniz aşığıydı Büyük Petro. St. Petersburg’u bir liman şehri olsun diye başlattı.  Osmanlı boğazları tıkamasaydı, Batı’ya değil, güneye açık olurdu. Öte yandan, “modernleşmek” yerine, “Avro-Amerikan  aydınlanmasının tezgâhından geçmek” tanımını kullanmayı tercih ediyorum. Ve evet.  Avrupalı olmayan, lâkin yaşayakalmak için Avro-Amerikan aydınlanmasının tezgâhından geçmek durumunda kalan her toplum evden kaçmakla-eve dönmek arasında sancılı bir ikilem yaşamak durumunda kalmıştır.  Batılılaşmadan “modernleşme” diye bir şey yok, maalesef.

- Çok teşekkür ediyoruz Sayın Alatlı.

- Ben teşekkür ediyorum. 

NOT: İller Bankası (İLBANK) Dergisi'nde yayınlannıştır.