BİR REKLAM

.

 

"Uygarlık neyimizi yumuşatmış, anlayalım!"

 

Ekrem Özdemir, okuduklarını yutkunan değil de başkalarını dürterek yahu böyle bir şey var, nasıl bigane kalırsınız heyecanını hep diri tutan, kanosuna istiflediklerini paylaşma gayreti içinde olan bir yazar.  Şehir ve Modern bu birikimin ürünü. Kitapta yazar, okuyucuya latif bir mihmandarlık yapıyor. Kitaplarımızı ve filmlerimizi alıp şöyle bir açılalım diyor, küçük kahve molaları verdirerek ilerletiyor. Bol ışıltılı bulvarlarda yürürken birden kemik çıtırtıları duyuyoruz, arka sapak yollarda fabrika dumanına bulanmış yığınlara denk geliyor,  buharlı trenlerin isi üstümüze bulaşır gibi oluyor, bazen şiire tutunuyor bazen de bir sekansı aklımıza kazıyoruz. Petersburg’dan başlayıp İstanbul, Viyana, Prag, Varşova, Berlin, Roma, Paris, Londra ve New York’la seyahatimiz nihayetleniyor.  Açıkçası neden bir İsfahan yok diye iç geçirmedim değil.

Röportaj: Şenler Yıldız

1-Modernleşme serüveninin şehirdeki en güzel yansımasını, edebiyat ve sinema dalında görmek mümkün iddiasıyla mı oluştu Şehir ve Modern?

Ankara’da Şehir ve Medeniyet adında bir dergi çıkardı. Ben de o dergiye şehirleşme üzerine söyleşiler yapardım. Alev Alatlı, Ahmet İnam, Sadettin Ökten vb. isimlerle yaptığım söyleşiler bende yavaş yavaş şehir ve modernleşme üzerine bir yoğunlaşma sağladı. Özellikle de Alev Alatlı’nın “Apartmanda cenaze olsa haberimiz olmuyor eleştirisi için ne dersiniz?” soruma verdiği yanıt bende ciddî bir düşünme gereksinimi uyandırdı. Ve bunu yapabileceğim en iyi iki alan edebiyat ve sinema oldu. Bir şehri, o şehirle özdeşlemiş (yazar, yönetmen, şair vb.) kişilerin gözünden yazmak. Neden edebiyat ve sinema? Çünkü “Ekrem Özdemir’le ne konuşulur?” sorusuna şu cevabı veririm: Edebiyat, sinema ve tasavvuf.

Bir de şöyle bir sancım var; 200 yıldır ya nefretle ya da hayranlıkla baktığımız bu şehirlere (haliyle Batı medeniyetine) biraz daha içerden bakmak, biraz daha sağduyulu bir Müslüman Türk kimliğiyle yaklaşmak istedim. “Dostoyevski’nin evi ne tesadüf hep sokak köşesindeymiş” ya da “Ah Prag, ne muhteşem şehir, her adımı tarih kokuyor” diyen Türk solunun bağnaz yaklaşımı da canımı sıkan bir başka boyutu işin. Yeter ama! Ruslar bile Dostoyevski dindar bir yazardı diyor (ki o da tartışılır) sen hâlâ bir şeylerin üstünü kapatma derdindesin. Bu tıkanık düşünceyi daha fazla çekmek zorunda değiliz.

Diğer şehirler de öyle. Prag Kafka’nın olduğu kadar Kundera’nın da şehri. Anlatsana Rus tanklarının 1968’de ne yaptığını. Bir milletin tarihiyle, hafızasıyla nasıl oynandığını. Bu kadar kör bakıp bir de düşünce özgürlüğünden bahsedilmesine dayanamıyorum. Bizim bugün ayıla bayıla seyrettiğimiz, Woody Allen’ın bile hakkında film yaptığı Paris’in modernleşme hikayesi, Baudleaire için bir acı hezimettir, kayıptır, hem de büyük bir hafıza ve kimlik kaybı.

Bu anlamda Şehir ve Modern, bir inceleme olmanın yanında bir itiraz. Dostoyevski'nin tabiriyle; "Uygarlık neyimizi yumuşatmış, anlayalım."   

Bu arada Alev Alatlı’nın cevabı neydi derseniz, hemen aktarayım; 

- “Evin içinden konuşmak” sizin için çok önemli, bunu biliyoruz. “Apartmandan cenaze kalkıyor, haberimiz olmuyor” şeklindeki serzenişlere katılıyor musunuz? Gerçekten bu kadar koptuk mu komşularımızdan? Mesela siz komşularınızı tanıyor musunuz?

-“Bence, hayır. “Komşu” çokça da mesafe ile fiziki yakınlık ile ilintili bir kavram. Ulaşımın zor olduğu, zaman aldığı yıllardan kalma bir ilişki biçimi olarak, nostaljik bir niteliği var. Apartmandan kalkan cenazeyi görmemiş olabilirsiniz ama ülkenin bir ucunda vefat eden eşinizin dostunuzun haberini anında aldığınız, gerekeni yapabildiğiniz de bir vakıa. Ölen düştüğü yerde kalmıyor artık. Bana gelince, “komşularım” hiçbir zaman yanımda yöremde ikamet edenlerle sınırlı olmadı, çok şükür.” 

 

2-Sizin ne denli tutkulu bir Dostoyevski okuru olduğunuzu bilmeyen yok. Dosto, iç dünyanızda bu denli yer tutmasaydı belki bu kitap da olmazdı diye düşünmeden edemiyor insan.  Orhan Pamuk’un Dostoyevski’nin Batı medeniyetiyle arasındaki mücadeleyi, aşk ve nefret ilişkisi içinde yorumladığını belirtiyorsunuz, biraz açabilir miyiz?

Orhan Pamuk haklı. Dostoyevski’nin Avrupa konusunda çok sağlıklı bir ilişkisi yok. Ezici üstünlüğüne karşı zorunlu ve gizli bir hayranlığı yok değil ve bu üstünlük psikolojisinden dolayı nefret eder Avrupa’dan. O zaten Rus olmayan hiçbir şeyi sevemeyen bir adamdı. Tanrı bile Rus Tanrısı olmak zorundaydı.

Dostoyevski de görüyordu “bulana durula akmakta olan şeyi”. Bağıra çağıra herkesi Fransız yapmak isteyen bir aydınlanma hikâyesi vardı ortada. Londra’da inşa edilen ve bütün dünyanın hayran olduğu Kristal Saray yeni bir çağın habercisiydi. Bütün dünyada olduğu gibi Rusya’da da o dönem Avrupa’dan gelen ideolojik akımlara karşı “Ne yapmalı?” diye bir soru soruluyor entelejansiyada. Çernişevski’nin bu isimde bir kitabı var. Zaten Dosto, bu kitaba bir cevap olarak yazıyor Yeraltından Notlar’ı. Durum şu; Orhan Pamuk üzerinden konuşursak, Avrupa ile mücadele ediyorsun ama elindeki malzeme de (roman) Avrupa’nın icadı. Batının tekniğini al ahlakı kalsın trajedisini o da yaşıyor. Fakat şu ayrımı yapmalıyız (ki Orhan Pamuk da bunun üstünde durur) Dostoyevski Avrupalılaşmaya karşı değil, bunun zorunlu olmasına, tek çare olmasına, dayatılmasına tahammül edemiyor. Ve bunu savunan Rus aydınların “Rusluğumuz kalmasa da olur, yeter ki Avrupalı olalım.” tavrından nefret ediyor. "Türklüğümüz kalmasa da olur, yeter ki Avrupalılaşalım" fikri de en az bunun kadar nefrete layıktır. Özellikle Fransa kaynaklı bu dayatmanın sosyolojisini Besim Dellaloğlu iyi anlatır. “Ben üstünüm, ya benim gibi olacaksın ya da bedelini ödersin.” dayatmasına karşı onurlu bir mücadele veriyor adam. 1860 sonrası eserlerinin tamamında bunu hissederiz. Petro, Petersburg’u bir şehir olarak inşa etmedi sadece, bir düşünce olarak inşa etti. Batılı bir entelektüel ve aristokrat sınıfı doğdu Petersburg’ta. Rus olan sadece köylülerdi. Ve o köylüler eğitilmesi gereken cahillerdi.

Dostoyevski’nin edebiyat dünyasında kendini gösterdiği dönem, Rusya’nın Avrupa tarihinde ilk kez ciddiye alındığı yıllara rastlar. O güne kadar Avrupa’nın nezdinde sınır karakolu olmaktan başka işlevi olmayan Rusya, ilk kez büyük imparatorluk hayalleri kurmaya başlamıştı. Dostoyevski’nin Avrupa’yı ve özellikle Katolisizmi eleştirirken yapmaya çalıştığı şey, Rusya’da sorulan “Ben kimim?” sorusuna cevap vermek, Ortodoks Hristiyanlık ve Rus sosyalizminden yeni ve alternatif  (Avrupa’nın efendisi) bir Rus kimliği oluşturmaktı. Bunu yaparken her ülkede olduğu gibi Dostoyevski de Avrupa düşüncesiyle birlikte Rusya’daki Batıcılarla mücadele etmek zorundaydı.     

          

3-Petersburg ve İstanbul başroldeler. İstanbul güzellemesine gölge düşüren tek anlatım 19. Yüzyıl başlarında Ernest Hemingway’den geliyor...

Sadece Hemingway değil, 19. asırda İstanbul’u ziyaret eden Avrupalı seyyahların gözlemleri (iltifat bile olsa) bizim için bir yürek yangınıdır. “Yeni Türk eski değerinde değil” tespitinin değişik açılımlarıdır aslında. Bir Türk İslam şehri olmaktan vazgeçen, kaçınılmaz bir sona hazırlanmaya çalışan İstanbul’un duvar süsleridir anlatılanlar. Tanpınar’ın ifadesiyle “Paris taklidi Beyoğlu” merkezinde oluşan yeni bir kimliğin sancıları hissedilir. Petersburg ve İstanbul’un başrolde olmasının iki sebebi var: Birincisi, yazar en çok bu iki şehri biliyor. İkincisi, iki şehrin kader birbirine yakın. Turgenyev ya da Herzen “Batılılaşmak zorundayız” dedikleri dönemde Bab-ı Âlî’de de aynı ses çıkıyordu. Avrupalı kabul edilmeyen ama Avrupalı olmak isteyen iki şehrin ortak kaderidir bu. Sezai Karakoç’un Masal şiirindeki Doğunun çocukları Batıya gitmiş, ağzı açık başka biri olarak geri dönmüşlerdi. Bir değişimin sancılarıydı bunlar. Ama bu değişim nasıl olacaktı? Kim yapacaktı?  İşte bu bizim hikayemiz…      

 

4-Bizde Namık Kemal, Abdulhak Hamit’i büyüleyen Londra, Dostoyevski’de aynı intibaı uyandırmıyor. 20. yy’da kültür ve sanatın başkenti Paris’e hayranlık duyan Rusları da anlamıyor, Dostoyevski. Ona göre,  Fransız için Fransa, dünyanın ta kendisidir. İster istemez, Tanzimat aydınını gariban bir görmemişlik içinde mi yorumluyorsunuz siz de?

Dostoyevski ile Ziya Paşa’nın Londra’ya giderken psikolojileri aynı değildi. Ziya Paşa, yedi düvele korku salmış bir cihan devletinin hasta adamıydı Londra’ya giderken. Mağrurdu, bir yenilgiyi hazmetmeye çalışıyordu ve bu hezimetin bir açıklaması olmalıydı. Kızı bir hayırsızla kaçan babanın karısına dönüp “Biz nerede hata yaptık?” sorgulaması nasıl hazinse, Ziya Paşa’nın ruhundaki hezimet de buna benzerdi. Görmemişlik değil bu, yenilmişlik ve bir yaklaşan sonu geciktirmek için çare arayışı. Ne olursa olsun Tanzimat aydını (Cemil Meriç’in ifadesiyle) Cumhuriyet aydınından daha namusludur. Samimidir. Kanayan yaraya merhem derdindedir. Bir zamanlar meydana çıktığında herkesin korkudan kenara çekildiği bir yiğit delikanlının yaşlılık günleri gibidir Tanzimat aydını. Ki Namık Kemal dediğimiz yazar, Renan Müdafaanamesi’ni yazan (ve İslamcılığın ilk tohumlarını atan) kişidir. Bir efsaneden kovulmanın, heybetiyle korkuttuğu adamın sözlerine savunma yazma zorunluluğunun üzüntüsü vardır yüreğinde. Dostoyevski’nin böyle mağrur bir geçmişi yok. Hiçe sayılmış bir Rusya’nın bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı olarak sahneye çıktığı dönemde kendini gösterme arzusu var Dosto’da. Onunki daha çok söz sahibi olma isteği. Bir ergen gibi etrafa saldırması da bu yüzden.         

 

5- Tabi bir de Mehmet Akif Ersoy’un Berlin hatıraları var…

Akif zor bir konu bizim için. İstiklal Marşı yazdırıp sefalet içinde ölüme terk ettiğimiz bu velûd insan, “Medeniyetini al ahlakı kalsın” saflığının en samimi ismidir belki de. Bugün Avrupa şehirlerine gidip belediyecilik hizmetlerini ve sosyal hayatın nizamını görünce, “Asıl Müslümanlığı onlar yaşıyor” yorumu yapan aydınlarımızla eşdeğerdir. Berlin’de kaldığı otelin konforuna bakıp “Sokakta kar yağa dursun, odanda fasl-ı bahâr,” demesi veciz bir ifadedir. Doğadan, insandan, hayattan kopuk, kişiyi kendi egosuyla başbaşa bırakan bir odada (bir hayat düzeni içinde) kaldığını düşünmez de, dışarıda kar yağsa da huzur veren odanın sıcaklığını muhteşem bulur. O yüksek binalar, kalın duvarlı odalar, paran kadar hürmet gösteren görevliler… Dostoyevski 1865’te Dresden’de parasız kaldığı için otelin Alman sahibi tarafından küçük düşürülmüş, görevlilere verilen talimatla yemekten mahrum edilmiş, üç gün sadece çay içebilmişti otelde. Bu sahneyi okuduğumda otel sahibi ben olsam ne yapardım diye düşündüm. İnsan önce bir çağırır odasına, konuşur değil mi? Sonuçta insan bu… Akif böyle şeylerle hiç muhatap olmamış. Devlet konuğu olarak konforlu bir Berlin hatırası yer etmiş aklında. Bir de İslam dünyasının cehaleti. Heyhat!... Ama yine de samimidir, namusludur, hasbîdir. Sorumluluğunu bakasında arayan İblisçe bir tavır değil, kendinden arayan Âdemoğlu terbiyesini göstermiştir.   

 

 

6- Kitap, her insan yaşadığı çağın çocuğudur, tespitiyle açılıyor. Yaşadığımız çağın çocuğu olmaktan memnun musunuz? José Saramago; ‘Kötü kader diye bir şey yoktur; 21. yüzyıl vardır ve bu yüzyıl bir kelebeği bile intihar ettirebilir. ‘der. Ya siz? 

Bu konuda Gazalî’den yanayım: “Senin için en iyi hal içinde bulunduğun haldir.” Geçmişi özlem bugüne eleştiri, geleceğe felaket gözüyle bakmak gayretullaha dokunan bir tavır bence. Geçmişe iyi ve kötünün ötesinde bir gerçeklik olarak bakıyorum. Bugünü oluşturan, geleceği hazırlayan kendi gerçekliğimiz. Bu gerçeklikle barışık olmayan, bugünü kötüleyip geleceği felaket olarak görmekten kendini alamıyor. Değişim her zaman iyi sonuç vermez doğru fakat her yeniliğe önce tepkisel bakmak beynin bir fonksiyonu olmanın yanında bir de özgüven sorununa işaret ediyor olmalı. Trajedi Saramago’nun yaşadığı kültürün sorunu. Biz Mustafa Kutlu okuyarak büyüdük: “Allah varsa trajedi yoktur.” Başımıza gelen kötülüklerin müsebbibi en başta biziz.    

 

7-Modernleşme evden kaçmak ve eve dönmek arasındaki sancılı ikilemse, Ekrem Özdemir’in özelinde bu durum nasıl gelişti, gelişiyor?

“Ve Allah Davud’a şöyle buyurdu; ‘Ey Davud, evini iyi temizle ki Rabbin sana misafir olsun.”

Bugün bir çevrimiçi toplantıda bir felsefe hocasına “Evde hayat var mı hocam?” diye sordum. “Hayat eve sığıyor mu?” Ne dedi biliyor musun?  “Ev derken neyi kastediyorsun?” Soru bağlamından koptu bir anda ama ben aynı şeyi yapmayacağım. “Dünya batsın, yeter ki çayımı içeyim” diyen Yeraltı Adamına kendimi çok yakın hissetsem de İslamcı kimliğim tavırlarımda daha etkilidir. Bu anlamda kendimi Doğunun Yedinci Oğlu adaylarından biri olarak da görürüm. Ölürüm ama gavurlaşmam, en azından düşünce olarak. İslamcıların bu topraklarda kafa olarak Müslüman, yaşam olarak gavur olma sancısı bitmez, bitmeyecek de. Ama Avrupalı olmama sevdası da bitmeyecek. Bu da beni diri tutan tavırlardan biri. Ev benim, toprak benim, evim Türkiye, toprağım İslam. Ve ben uğradığım saldırıya karşı yok olmamak için evini toprağını çaresizce savunan biriyim. Benden modernleşmeye alternatif bir çözüm çıkmaz. Savunmadayım hâlâ çünkü. Belki oğlum, belki torunum bunu yapacak.  “Müslümanlar iki yüz yıldır evindeki bir huzursuzluktan dolayı sokaklarda dolaşan çocuklar gibi.” diyen Cahit Zarifoğlu’nun tespiti benim için geçerli değil. Ben evi hiç terk etmedim ki döneyim.   Evden kaçmak radikallerin ya da liberallerin işidir. Eve dönmek de Batıcıların. Ben ehl-i sünnet Müslümanıyım. Bu toprakların hamuruyum. Ne kaçarım, ne de dönmek zorunda kalacak kadar uzaklaşırım? Haklarımı savunmak için kaldırım taşlarını söküp polise fırlatmıyorum diye devrimci ruha sahip olmadığımı kimse iddia edemez. Tramvaya binmeyen dervişin torunlarıyız biz. Mercedes’in önüne saman koyan köylüden yanayız.                 

 

8-Şehir ve Modern’de de geçtiği üzere her şehrin bir kelimesi var. Londra boğucu, Stockholm uyum, New York hırs, Roma Klasik. Tanpınar’a göre, Eski İstanbul bir terkipti ve bu terkibin ardında Müslümanlık ve İmparatorluk vardır. 21. yüzyıl İstanbul’unun kelimesi nedir?

Orhan Pamuk, Nobel almasına gerekçe gösterilen kitabında İstanbul için hüzün kelimesini kullanır. Kırılmış bir gururdur bu. Bana göre İstanbul’da yaşamak başlı başına bir ibadettir ve sevabı büyüktür. Çünkü İstanbul (tarih filozoflarına göre) insanlık tarihine yön veren üç şehirden biridir. Orada Müslüman Türk kimliğiyle metrekare işgal etmek bile Türk İslam kültürüne hizmettir. 20. yüzyıldaki kırılmış gururunun açtığı yaraları sarmaya çalışan bir şehir olarak İstanbul’un 21. asırdaki kelimesi umuttur. Hele ki “tepesindeki hilali söküp atmalıyız” diyen Dostoyevski’ye inat Ayasofya’yı yeniden ibadete açtık ya, o gün orada üç yüz bin kişi dualarımızla gökyüzüne umut güvercinleri uçurduk…    

 

9-Dosto, St. Petersburg için bir heves, bir taklit ürünü der. Bu çapın dışında kalan kurtarılmış yerler var mı?

Petersburg bana göre Dostoyevski’ye kadar Avrupalı olmak isteyen Rus’tur. Dostoyevski’den sonra Rusluğuna kavuşmuştur. Bizim için Raskolnikov’un gezdiği her yer kurtarılmış yerlerdir. Yeraltı adamının yaşadığı bodrum katı, Razumihin’in öğrenci evi, Prens Mişkin’in sayfiyesi, Marmeladov’un kahırdan içtiği meyhaneler, düşe kalka eve gittiği sokaklar, Stavrogin’in günah işlediği otel, Nastasya Filipovna’nın nikahtan kaçtığı kilise, Rogojin’in cinayet işlediği oda, General Yepançin’in çiftlik evi, Makar Devuşkin’in pencereden genç sevgilisini izlediği pansiyon, Golyadkin’in gittiği psikoloğun işyeri, Nelli’nin dilemdiği köşe başları, veremden ölen İppolit’in zorunlu manifestosu, hasılı Dostoyevski’nin anlattığı her sokak, her cadde, yaşadığı her ev kurtarılmış yerlerdir. Şatov’un “Tanrı’ya inanıyor musun?” sorusuna verdiği “Ben Rusya’ya inanıyorum.” cevabından sonra Petersburg artık Rusya’dır. Çünkü Dostoyevski ezelî ve ebedî Rusya’dır. Bastığı toprağı, dokunduğu kapıyı, geçtiği köprüyü, gezdiği galeriyi, uyuduğu yatağı Rus yapan adamdır. Bu anlamda Petersburg, Dostoyevski’den sonra artık Rusya’nın yerli ve millî şehridir.   

10-Sinema ve sanat, en zor dönemlerde mi en iyi ürünlerini verir?

28 Şubat döneminde benden büyük bir dostum, şöyle bir serzenişte bulunmuştu: “Edebiyat ve sanat kriz dönemlerinde en iyi eserlerini verir. Halbuki ülkede ne adam gibi şiir yazılıyor, ne roman.”

“Sanat, zengin işidir” derdi bir dostum. El hak doğrudur. Süleymaniye yapıldığı zaman bu topraklardaki en zengin dönemimizdi. Mimar Sinan, hazinesi ağzına kadar dolu bir devletin mimarıydı. Yüksek sanat, ekonomik gücünüz, kültür ve sanata hâmilik eden bir sermaye grubunuzla da ilgilidir. Wong Kar Wai bir söyleşisinde, “Keşke Martin Scorsese gibi filmler çekecek imkân bende de olsaydı” diyor. Zor dönemlerde sinema ve sanatın ürettiği eserler, mücadele amacını taşır. İyi zamanlarda üretilen eserler ise estetik bir zevk taşır. İkisi de kıymetlidir ancak bir sanatçıya sunduğunuz imkân ve özgürlük, onun hayal gücünü de zenginleştirir.    

 

11-‘Nereye gidersen git orada, İstanbul.’ Benim İstanbul için hissettiklerim, Aşık Veysel’in dediği gibi ‘Seversen olayım yârin İstanbul’du, neticede sevdiremedim kendimi.  Sanki sizin içinizde Atilla İlhan’ın İstanbul’u var. Koltuğunun altında götürmek istediği bir eski kitap...

“Ölmek istemeyeceğiniz yerde yaşamayın” diyor Mehmed Zahid Kotku hazretleri. Ben ölmek istemediğim bir şehirde yaşıyorum. Ama şair haklı; “Bir yerden gidememek orada kaldığımız anlamına gelmez.”

Ankara’da yaşıyorsanız İstanbul’a vesikalı yârim gözüyle bakarsınız. Arada bir gidersiniz, en zevkli hallerini yaşar, ona gitmek, onu tercih etmek istersiniz ama gidemezsiniz, sonra kendi kaderiyle baş başa bırakıp Ankara’ya dönersiniz. Ben de bunu yapıyorum. Bir farkla; bu beni çok rahatsız ediyor. Belki de keşfedilmeyi bekliyorum. İstanbul’un beni çağırmasını. “Ya sen gel ya beni oraya aldır” diyorum İstanbul’a. Atilla İlhan Emperyal Oteli’nde sevgilisine türküler söylerken bize Beşevler’de Orkide Pastanesi’nde yârimizin kapıdan girişini beklemek düştü.

12-Yıllardır yaşadığınız Ankara’nın sizin için ruhu nerede? Soruyu biraz daha genişletirsek, gittiğiniz şehirlerde ruhunuz nerelere çekilir?

Ankara’nın ruhu “Üç Rafadan’ın Gündüz Düşleri”ndeJ))

“Bir şehrin değeri” diyor Mevlâna, “O şehrin ulu kişileridir.” Önce o şehre ruhunu veren kişileri ve mekânları tercih ederim. Şehre tepeden bakacağım yerleri görmek isterim.       

 

13-Kitabın giriş yazısında gençlere tavsiyeniz var. Okuduğunuz kitap, izlediğiniz film, yazdığınız metin üzerinde konuşabileceğiniz biriyle evlenin diye.  Eşiniz Nagehan’a ithaf edilmiş bu kitabın da bu imkân sayesinde hayat bulduğunu belirtiyorsunuz. Buradan Nagehan’a sevgilerimi gönderiyorum, ona soramadım, hazır fırsat bulmuşken size sorayım, daha önceki romanınızı beğenmiş miydi?

Hayır. Beğenmemişti. Sonuna kadar da okuyamadı zaten…

 

14-Şehir ve Modern, kat izi yerinden kesilir gibi bitti, ben mi yanlış yorumluyorum…

Ben iyi niyetli başarısız insanlar topluluğunun bir üyesiyim. Bu son derece doğal. Yolun sonunu görmek mi, yolu yürümek mi sorusuna yolu yürümek diyenlerdenim. “Eksik bir şey var”, hayatımın en yoğun duygusudur. Sanırım bunu hayata da yansıtıyorum…