"Yoksa cennet fakirlerin değil, zenginlerin ütopyası mı?"

 

İran'lı Yönetmen Majid Majidi'nin, 1997 yapımı "Cennetin Çocukları" filmi, başta sadece bir çift ayakkabının hikâyesi olarak göze çarpsa da, aslında ortak bir kaderi ve buna bağlı zorlukları, yaşam mücadelesini, fakirliği "paylaşmanın", "Az'a kanaat etmenin" ve "sabrın" da hikayesi...

 

Majidi, bu manada insana değen, değmek ne kelime, fena halde dokunan bir film ortaya koymuş. Bu masalsı duygusal film, yoksul bir ailenin çocukları olan Ali ve Zehra isimli iki küçük kardeşin bir sırra dayanan dramatik öyküsünü anlatıyor.


 

Filmin konusu kısaca; kardeşi Zehra'nın tamirden alınan ama hâlâ giyilemeyecek durumda olan ayakkabılarını kaybeden Ali'nin, tekrar bu ayakkabıları alabilmek için verdiği sabırlı ve sır dolu mücadeleden ibaret...

 

Şöyle ki; Ali ve Zehra, fakirlik içinde ancak 'hak' kın yenmediği bir ortamda büyür küçük Ali ve Zehra. Caminin çay ocağında çaycılık yapan gariban babaları, ek gelir olarak, akşam eve getirdiği kayalaşmış şekerleri küçük parçalara bölerek küp şekerlere dönüştürür. Bir akşam, küçük Zehra'nın getirdiği çayı içmeden önce şeker isteyen, önünde çaycılık yaptığı camiye ait kesme şekerleri paketleyen babasına, "Baba bu şekerlerden kullansana" diyen kızına, "Olur mu kızım, bunlar caminin malı! Bize güvendiler de teslim ettiler" der. "kendi çayına, caminin şekerini karıştırmaz, hak yemez".

 

Mücadele böyle sürerken, Ali ve Zehra'nın dertleri ise bambaşkadır.

 

Kız kardeşinin ayakkabılarını tamirciden getirirken kaybeden Ali, kendi ayakkabısını onunla ortak kullanmak zorundadır. Babalarının öfkesinden çekindikleri için de durumu ona anlatamazlar, zaten anlatsalar da babaları yeni bir çift ayakkabı alamayacak kadar yoksuldur. Karşılaştıkları ve yaşadıkları sorunları aileleriyle paylaşmazlar ve kendileri çözmeye gayret ederler. Baba ve anne zaten yeterince yokluk, hastalık, fakirlik ve acı çekmektedir.

 

Filmin tanıtım sloganında denildiği gibi "Onların bu küçük sırrı, artık en büyük serüvenleri olacaktır".

 

İki kardeş, babalarına belli etmeden Ali'nin ayakkabılarını ortaklaşa giyerler. Öğlen okuldan dönen Zehra, koşa koşa Ali'ye ayakkabıları yetiştirir. Ayakkabıları almak için Zehra'yı ara sokaklarda bekleyen Ali, okula geç kalmaya başlar. Her öğleden sonra gerçekleşen bu koşturmacada, bir gün yol kenarındaki su kanalına Ali'nin ayakkabısını düşüren Zehra'nın ayakkabı peşinden koşması, filme damgasını vuran en trajik sahnelerden de birisidir.

 

Her defasında sorunların kaynağı Zahra'nın kaybolan ayakkabılarıyla ilgili gibi görünse de surunlar bunla bitmiyor. Abisi Zehra'nın ayakkabılarını kaybettiği için kendi ayakkabılarını kardeşiyle paylaşmak zorunda kalıyor. İki kardeş günlerini tek bir çift ayakkabıyı paylaşarak geçirmeye çalışıyorlar.


 

Ali, bir gün, okulunda ilan edilen bir koşu yarışmasına girmeye karar verir. Yarışmanın üçüncülük ödülünün spor ayakkabı olması, Ali'yi sevince boğacak ve heveslendirecektir. Artık tek amacı üçüncü olup kazandığı ayakkabıyı Ayşe'ye vermektir. Ali, yarışmaya son anda katılma hakkı kazanır. Yarışma günü gelir, katılır ve yarışı birincillikle bitirir. Üçüncülük için gayret etse de elinde olmadan birinci olur. Ayakkabıyı alamayacağı için çok üzgündür. İsteği birinci olmak değildir çünkü. Zehra'ya yeni bir çift ayakkabı edinmektir.

 

Yarışma sonrası hocası Ali'yi kucağına alır ve "Aferin çocuğum, aferim sana" der.

Ali ise şunu der: "Üçüncü oldum mu hocam ?"

 

Neyse ki aynı gün, babaları Zehra'ya bir çift ayakkabı almıştır.

 

Film eleştirmeni Roger Ebert, bu filmle ilgili bir yazısında, 'filmin çocuklar için neredeyse kusursuz bir seçim olduğunu, zira iyi niyetli bir saflıkla çekilmiş bu filmin birçok benzeri Amerikan çocuk filminde olduğu gibi ukalâca akıl vermeler, gizli alaycılık ve iğneleyici temalar' içermediğini belirtmiştir.


 

İki kardeş arasındaki küçük sır ve onlar için büyük bir maceranın anlatıldığı bu muhteşem film, izleyenin İran'a ve İranlılara bakışını da değiştirecek, hayatın gerçek değerinden git gide uzaklaştığımız zaman dilimlerinde belki birkaç küçük ayrıntıda gizli sahip olduklarımızın sırrını ortaya koyacak. Oysaki ne kadar habersiz yaşamaktayız bize sunulan nimetlerden ve çoğu kez burun kıvırdıklarımıza muhtaç olan kimselerden.

 

Daracık sokaklar, içice hayatların yaşandığı, musluğu dahi olmayan dam evler, çocukların tertemiz coşkusuna ortak olabileceğiniz mahalleler.

 

Var oluşumuzu, var olma nedenimizi bizlere sorgulatan nice yaşamı görmemek için kör olmak mı gerekir? Anlatılan onca şey var ki 88 dakikaya sığdırılmış, her biri kendi başına birer hikâye, birer hayat emaresi...

 

Bu filmi, hayatın kirine, pisliğine bulaştığınızı hissettiğinizde açın izleyin. Bir an bile olsa uzaklaşın dünyadan, iki masum ve naif çocuğun "cennetine" misafir olun. Sonra tekrar dönersiniz kendi kirli dünyanıza. Tekrar tekrar izleyin. Bir umut temizler vicdanlarımızı azar azar...

 

Ve şu soruyu sorarsınız kendinize benim gibi: Yoksa cennet fakirlerin değil, zenginlerin ütopyası mı?