BİR REKLAM

.

 "Ben bir denizim, kendi içinde taşan/ Uçsuz bucaksız, hür bir deniz" olan Şems, hayatı boyunca kendisine dost olacak, onu anlayacak, sırdaşı olacak kişiyi aramaktadır.


Bağdat'ta kaldığı Baba Zaman'ın tekkesinde, günler birbirini kovalarken bir mektup gelir. Uzaklardan, çok uzaklardan, Konya'dan gelen bir mektup, onu çağırmaktadır. Bir rüyanın yorumudur bu, garip değil mi? Hani rüyalarla yola çıkılmazdı!... Baba Zaman anlamıştır gerçeği, Şems çağırılmaktadır. Öyle bir çağrıdır ki, gitmesini istemediği, kalması için bir çok mazeret uyduracağı Şems gitmelidir. Emir büyük yerden, göklerin sahibinden, hem de ancak gönlü saf kişilerin anlayacağı rüya diliyle gelmektedir. Ve Şems, günlerce süren bir yolculuktan sonra Konya'ya ulaşır. Heyecanlıdır, aradığı kişi buradadır. Hayatı boyunca beklediği, aynı denize boşalan iki ırmak gibi birlikte akacağı kişi. Bir namaz sonrası, onca kalabalığın içinde, şehrin efendisi halkı selamlayarak arabasında giderken, Konya'da zaman durur. Baba Zaman'ın dergahından gelen bir adam durdurur zamanı ve tarihin akışını değiştirir. Mevlana, her zamanki gibi, gülen yüzü, ağlayan kalbiyle kalabalığa bakmaktadır. Son günlerde gördüğü bir rüyanın etkisindedir. Bir hüzün kaplamıştır yüreğini. Bir kuyunun başında bir dostunu aradığını görmüştür. Kuyuya seslenmektedir. Bir Yusuf mu beklemektedir? Kuyuya düşen kimdir? Mevlana mı Şems mi? Sultanlığa giden yol hep mi kuyudan geçecek? Herkesin kendi kuyusu vardır da, onu gösterecek birini mi arar? Derken, katırı birden huysuzlaşır. Bir garip, bir yabancı kişi katırın eğerini ellerine almıştır. Halk şaşkın, homurtular başlar. Kim bu adam? Bu ne cesaret? Mevlana bakar yabancıya, o an, işte o an ruhundan bir ateş yükselir. Giderek vücudunu kaplar ve sonunda Mevlana hepten ateş kesilir. "Bayezid mi büyüktür, Muhammed mi?" diye bir güçlü ses işitir Konya  sokakları. Bu soru daha önce bu şehirde hiç sorulmamıştır. Halkı hayretler içinde bırakan bu soru, Konya'nın, Selçuklu'nun, Türkler'in, inançların, tasavvufun ve aşkın tarihini değiştirir. "Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında bir aşk obası görmüştün hani" diyecektir Mevlana, yıllar sonra bu anı anlatırken. Baştan sona gurbet olan hayatında, ilk defa vatanım diyeceği, sığınacağı, ısınacağı, ısıtacağı bir yer bulmuştur. Bu ses  ocağı gürül gürül yanan bir gönül evinden gelmektedir. Ne güzel bir evdir o. "Hakk'ın yeri gönüllerdir" diyor ya şair, işte oradan, Hakk'tan gelmektedir bu ses. Elbet bu Hakk adamıdır. Hakikattir bu. Çünkü kalbe seslenmektedir. Kalp dilidir, kalpten gelen kalbe gidendir. Bir ızdırabın, bir arayışın, bir derdin sesidir. Bu ses, bu soruyu boşuna sormamaktadır. Tarihler 29 Kasım 1244 tarihini göstermektedir. Bir ikindi sonrası. Güneş pırıl pırıl. Gökler sanki ışık değil nur saçıyor. Mevlana, kuyudan gelen bu sese kulak verir. Hiç kimse kulak vermez ama bir kişi, yalnızca Mevlana kulak verir. Tanıdık bir sestir bu. Tanıyan da bir kişidir, tanınan da. Tanıtan ise memnundur bu buluşmadan.   

 

            Mevlana Şems'ine kavuşadursun, Ella, git gide içinde büyüyen yangına esir olur ve nihayet bir iş vesilesi ile Amerika'ya gelen Aziz Zahara ile buluşur. Bu, onun için hayatında bir dönemin (evliliğin) sonu ve yeni bir dönemin (aşkın) başlangıcıdır. Burada aşk, Ella için bir başka insanda kendini seyretme ve kendini sevme olarak gerçekleşir. Değil mi ki, insanı en iyi insanda tanırız. "Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat'i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin." Ella, artık hayatı ve kendini seven bir kadındır.  Aziz Zahara'nın ölümü bile onu yıkacak bir acı değildir, çünkü artık kendini, kendi hakikatini, kendi hakikatini sevmeyi öğrenmiştir. Birlikte ölmemişlerdir ama, en azından ölürken sevgilisinin baş ucundadır. Kaç kişiye nasip olur yarinin kollarında ölmek?

 

            Diğer taraftan Şems'ine kavuşan Mevlana artık sadece bir alim değil, aynı zamanda aşıktır. Bu aşk, onu hem şair yapacaktır, hem edip. Hem bir derviş, hem bir şeyh. "Aşk nelere kadir" dememek ve hayret etmemek mümkün mü? Allah dostu, "Dünya uzunca bir hayretten başka nedir ki!..." diyor. Ne güzel söylüyor... İki bedenin değil, daha fazlası, iki canın, iki ruhun, aynı suda yüzmesidir bu. Bu öyle bir zevktir ki, 48.0000 beyitlik bir Divan yazsan bitmez. Beşeriyet bunu nasıl izah etsin? Halk bunu nasıl anlasın? Kıskanmazlar mı, iftira atmazlar mı, ayırmaya çalışmazlar mı? Kalbe nifak, akla hile tohumu ekmezler mi? Seven, sevdiği andan itibaren sevdiğini öldürmeye başlar. Mevlana'yı sevmek, ancak ölmekle mümkün bir bedel ister.  Hangi seven sevdiğinden ayrı düşmemiş ki! Sonu vuslat olan hangi aşk, bahsedilmeye değer bulunmuş? Ayrılık aşkın kaderi. Kader; yaratanın yarattığına biçtiği hüküm. Hepimiz O'na döneceğiz. Allah, hiçbir kulunun başka bir kulunu, kendisini sevdiği gibi sevmesine müsaade etmez. Öldürürler Şems'i. Hem de öyle bir öldürürler ki, nasıl öldüğünü bugün bile bilemeyiz. Parçaladılar belki, cesedini kuyuya attılar. İnsan ömrünün sonunda yine kendi kuyusuna mı döner? Yoksa dünya büyük bir kuyudur da, ondan mıdır içimizdeki feryat? Kurtulmak isteyişimiz göğsümüzü sarıp duran acılardan, bizi nefessiz bırakan, bedenimizi parçalamak istercesine isyan ettiğimiz ince sızılardan kaçmak isteyişimiz? Bu nasıl bir esaret? Mevlana'nın ruhunu bedenden azade kılan Şems, kendi ruhunu teslim etmiştir karşılığında. Bunu kim nasıl anlayabilir? Bu, kime, nasıl anlatılabilir?        

           

            Elif Şafak'ın AŞK romanı güzel bir amaç taşıyor. Mevlana-Şems ilişkisine, modern insanın anlam arayışlarına çözüm olması için farklı bir açıdan bakmak ve asırlardır yazılıp çizilen bir aşk hikayesine, "Mevlana bugün bizim için ne ifade etmeli? Mevlana-Şems ilişkisinin bugünün insanına vereceği şeyler nelerdir?" penceresinden yaklaşmak, yeni bir şeyler söylemekle eşdeğerdir, zaten Mevlana'nın da istediği budur. Bugün dünden bağımsız değildir ve bizim bugün yaşadığımız acılar ve sıkıntılar tarihin her döneminde farklı şekillerde yaşanan ızdıraplardır. Bu anlamda Aziz Zahara gibi bir tipleme nasıl olur da Şems'le kıyaslanır! gibi bir yaklaşım sergilemek cahillikle izah edilebilir ancak. Bu anlamda yazarın çabasını saygıyla karşılıyor ve takdir ediyoruz.