Zeyrek yokuşundaki isli binada çalışırken tanımıştım onu.

Boylu boslu babayiğit bir adamdı. Binanın bodrum katındaki arşivde çalışırdı. Bu rutubetli mekân 180 personelli kurumun undergrounduydu.  Bunaltıcı üst katlardan kaçtığım zamanlarda sigara tellendirirdik. Sezer abi içmezdi, namaz kılar ve spor yapardı. Muhabbeti sıkıcı, yobaz değildi,  samimi babacandı. Cuma namazlarını Şehzadebaşı camilerinde birlikte kılmışlığımız vardı.

Şahsi hayatını hiç gizlemez dindar bir insan olduğunu vurgulamaktan çekinmezdi.  Bu gün onu düşündüğümde aklıma hep iyi şeyler geliyor.  Mademki artık yaşamıyorsun seninle ilgili bir gerçeği itiraf edeyim. Hani arkadaşlar sporcu olduğumu öğrenince "Sezer abi de sporcudur. Hadi bi kapışın" dediklerinde biraz tedirgin olmuştun. Ben bunu gözlerinde gördüm. Kısa kapışmanın ardından sen beni devirmiştin. İşte o gün ben sana mahsustan yenildim.

Sonra ben Ankara'ya tayinimi çıkarmayı becerince koptum Sezer abiden, İstanbul'dan. Aradan belki iki Ankara sonbaharı geçmişti.

Oldum olası gazete okumayı televizyonda haber izlemeyi sevmem insanları hayretlere düşüren haberleri çok sonraları sağdan soldan duyarım. Tıpkı 28 Şubat haberleri gibi... Ben farkında olmasam da pek çok hayatın bu süreçte kararmış olduğunu Sezer abinin ölüm haberini duyunca anladım.

O koca adamı Hizbullah mensubu diye içeri almışlar. Hücre, sorgu, baskı belki işkence bir tornadan geçirmişler. Evine iş yerine sorgu, takip, bilmem ne? Derken adam tescilli Hizbullahçı diye etiketlenip çıkmış. Delil yetersizliği falan salıvermişler. Lakin artık mahallede, iş yerinde "Hizbullahçı Sezer". İşine gücüne dönmüş dönmesine de birkaç ay gibi kısa bir süre sonra kanser teşhisi konulup daha kısa bir süre içinde de ölüp gitmiş.

Bütün bu havadisleri bana veren arkadaşa "gerçekten Hizbullahçı mıydı?" diye sormuş "valla bilmiyorum ama Hizbullahçı dedikleri için kansere yakalanıp öldü" cevabını almıştım.

Bu hikâyeyi sadece içimdeki korlaşmış bir anıyı dışarı fırlatmak için yazdım.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile