BİR REKLAM

.

Köyde tarhana kotarırdı babaannem. Ben aslında ona ebe, derdim ve bu yazıya "Köyde tarhana kotarırdı ebem." cümlesiyle başlamayı çok isterdim. Nedense sizin karşınızda birden bire inceldim. Fazlasıyla şehirlileştiğimden mi yoksa şehirli züppeler "ebe" deyince benim köylülüğüme gülerler, düşüncesinden mi bilmem.

 

Her sabah biz daha uyanmadan, bakır sininin etrafına tahta kaşıklar dizilirdi ve ortadaki bakır sahana, ocak başında eli yüzü iyice kararmış bakır tencereden tarhana kotarırdı babaannem. Ben o zamanlar, sahiden çocuktum yahu. Ve kendi yaşadıklarımı Tarama Sözlüğünde aramak zorunda kalmazdım. Öylesine bir haldi yaşadıklarım ve öylesine doğaldı. Bakır tencere, bakır sahan, bakır sini, tahta kaşık, somun ekmeği ve ben.  

 

Ev ahalisiyle birlikte kotarılan tencereye kaşık sallarken, misafir de değildim, ev sahibi de.  Çocuktum, sahiden çocuktum ve bu çocukluğumla o evin içinde,  dışında, her yerindeydim,  o tek odalı ahşap evde, henüz şehirleşmemiş benliğimle ben de yaşıyordum. Bak burada, yani ki Mağara'da  eğrelti otu gibi hissettim kendimi şimdi.  Oysa ben de bir mağara sakiniydim, Etlik Bağlarındaki mağaraları keşfe çıkarken... Oysa ki köydeki aidiyet duygusuyla, gecekondu mahallesindeki aidiyet duygusu aynı değildi, daha bir kekre tadı vardı gecekondunun. Yazları köyde, kışları "şehir"de yaşayan ben, köye ait olduğum kadar ait olamadım mahalleme. Tarhana kokulu mağarada geçirdiğim dakikalarda daha bir kendimdeydim, daha bir kendimleydim ve daha bir aittim şehre.

 

Köy köydeydi, şehir şehirdeydi, mağara şehirdeydi(!), ben köydeydim. O yıllarda İsmet Özel henüz icat olmamıştı ve ben, köylülerin niçin öldürülmesi gerektiğini bilmiyordum.

 

İnsanın kendisinden söz etmesi kadar sıkıcı bir şey yoktur ve kendinden söz ederken İsmet Özel'den dem vurmak, genç İslamcı yazarların en büyük kabalığıdır. İtiraf ediyorum ki bir dönem ben de bu yanlışa düştüm. Düşmez kalkmaz bir Allah. Ancak, kendimi çabuk toparladım. Ukalalık etmek istemem ama İsmet Özel'le denkleştirilecek bir hayatım olmadı benim. Cahit Zarifoğlu ile daha çok da Mustafa Kutlu ile birlikte yazılmayı isterim. Tevazu da sayılmaz bu. Nerden geldik buraya... Mağara'da ararken kaybettiklerimizden.

 

Matbuat aleminde yerini alan Mağara'da hiç bulunmadım. Edebiyat Dünyasında yerini alan mı demeliydim. Sanal alemin Mağarasında bu ilk yazım. Misafir miyim, ev sahibi miyim? İkisi de değil. Kendimi misafir gibi hissetmiyorum çünkü bu mağaranın ev sahipleri çok sıkı dostlarım. Kendimi ev sahibi gibi de hissetmiyorum çünkü bu mağaranın çocukluğunda ben yoktum. Tek kelimeyle "keşik"e geldim ben. Keşik bende diye düşündüm ya da keşik bana yazıldı.

 

Köyde bunun manası farklıydı, geride kalanlar arkandan bakardı keşiğe çıkınca. Ve bütün köyün sorumluluğu vardı omuzlarında. Şehirde keşik nedir, pek çokları bilmez. Mağarada, keşik beklemek, dağların, ovaların, ırmakların, denizlerin, balıkların,  ağaçların, kuşların, böceklerin sorumluluğunu üzerine almaktır. Mevzu çok da basit değil yani.  Bunu da bir kenara not edin.

 

Keşiğe geldim ben, kimse gücenmesin.