BİR REKLAM

.

 

"Kentten doğaya kaçma isteği çocukça" 

 

 

 

Rasim Özdenören'le Kent İlişkileri üzerine:

Röportaj: Nagehan Özdemir 

 

Günümüzde, kentler, birbiriyle çelişen yönleri ve özellikleri bünyelerinde barındırıyor. Bir yanda kentin diğer kesimlerinden soyutlanmış mekanlardaki ayrıcalıklı yaşamları ile kentin az sayıdaki varlıklı kesimi, öteki uçta herkesten yalıtılmış yaşamlarıyla kentin en yoksulları; kentlerde yoğunlaşma ve yığınlaşmanın neden olduğu eşitsizlikler kentle bireyler arasında gerginlik ve gerilimler…

Her eseri düşünce dünyamızda devrim gerçekleştiren Rasim Özdenören’in “Kent İlişkileri” adlı kitabı kentleşen, kentleşmenin yanı sıra gettolaşmayı da körükleyen dünyanın, kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan sorunlarına dair önemli tespitler sunuyor. Kitap bağlamında, kent, insan, kent-insan doğası, modern kentlerin insan ruhunda açtığı yaraları konuştuğumuz Rasim Özdenören, röportajını sizlere sunuyoruz.

Kent hayatı, insanın insani macerasının somutlaşmış halidir diyorsunuz. Bu anlamda düşündüğümüz zaman kentler nasıl oluştu?

Tamamen insana bağlı bir gelişim ve değişim çizgisi izleniyor, ama bu da gelişigüzel olmuyor. Kent içinde yaşansın diye var. Kent bizim ona yüklediğimiz anlamda insanın kendini tabiattan soyutlama olayıdır. İnsan, elinin değdiği her yerde kendini doğadan soyutluyor. Yol yapıyor, yolun güzergâhı gelişigüzel seçilmiyor. İnsanı bir yerden bir yere ulaştırabilmek için en rasyonel güzergâh neyse ona uyuyor. Böylece optimum noktada güzergâhını belirliyor. Fakat insanın onu belirleyebilmesi için tabiat da kendi şartlarını ona dayatır. Yani bir yerden bir yere yol yapılırken gelişigüzel davranılmaz. Canım öyle istiyor, oradan geçeyim dediğinde yapamazsın.

İnsanla kent arasında elbette bir karşılıkla bağlılaşım var. İnsan ben burada yaşamak istiyorum dediği her yerde yaşayamaz. Canı öyle istedi diye orayı mekân tutamaz. O mekânın da insana davetiye çıkartması lazım. Davetiye kelimesini tabiî tırnak içinde söylüyoruz. Mektupla gönderilecek bir davetiye değil. Oranın uygun olması lazım. Uygun değilse insan yaşayamaz oralarda.

 

Yazılarınızda kentin tabiata karşı üstünlüğünden bahsediyorsunuz. Kentin tabiata karşı ne üstünlüğü var?

Aslında biz köyle kenti de birbirinden ayrı tutmuyoruz. Köy de ontik bağlamda bir yerleşim yeri olarak kent sayılır. Burada bugünkü idari taksimat önemli değil.

Kent dediğimiz yerleşim yeri insan eliyle yapılmış, ama durduk yerde insanın canı orda yaşamayı istemiş diye değil... Mekânla insan arasında karşılıklı bir talep var. Bu talebin vaki olduğu yerlerde kent kuruluyor; burası bugünkü idari taksimatta köy olabilir, kasaba veya ilçe diyebilirsin, önemli değil... Buraların hepsi ontik manada kenttir. Kent olmayan yer.. göçebenin kenti yoktur. Onların güzergâhı var. Mevsimden mevsime dolaştıkları, geçip gittikleri güzergâhları var. Çadırları var. Çadır da yerleşik olmamanın göstergesi zaten.

Biz ontik anlamda köyle kentti birbirinden ayırmıyoruz. Ama bugün o hale gelmiş ki, artık köyler belirli bir zaman diliminden sonra göçebelerin yerleştiği yerler olarak kalmış. Ama kent olarak kurulan yerler gelişmiş. Bu gelişmeyi de iyi anlamamız lazım. Gelişme ur halinde de olabilir. Ur gibi çoğalabilir, bunu kastetmiyorum.

Mesela bugün modern şehirlerin çoğunda bu ur tipi büyümeler var. Doğal bir büyüme değil bu. Dışarıdan gelen göçlerle oluşmuş, kendi iç dinamikleriyle serpilip gelişmiş alanlar, mekânlar değil. Dış zorlamalarla, dış faktörlerle hâsıl olan büyümeler var. Bunları bilmemiz lazım. Bunları bizim kent dediğimiz oluşumdan özenle ayırmamız lazım.

Kentin kendiliğinden gelişip, serpilmesi ayrı, dışarıdan ona yük bindirmek ayrı bir şey. Bugünkü ur dediğimiz oluşum, çeşitli sebeplerden dolayı vaki olmuş göçlerle ilgili. İktisadî sebeplerden olabilir, siyasî sebeplerden dolayı olabilir, o bizi ilgilendirmiyor. Ama bugünkü kentler görebildiğimiz kadarıyla ur halinde büyümüş. İstanbul da dâhil buna. İstanbul son yıllar boyunca dışarıdan büyük göçler aldı, halen de almaya devam ediyor. İstanbul kendi halinde kalsaydı o kadar büyür müydü? Bir başka şehir o kadar küçülür müydü? Nüfus kaybeden şehirler var.

İnsan ne yapıyor? İnsan yerleştiği yerde önce kendini doğadan arındırıyor. Giysilerimizle doğadan yalıtılıyoruz, hayvanda olan bir şey değil bu. İnsana mahsus. Mekânımızı doğadan yalıtıyoruz, yol yapıyoruz, ağaç dikiyoruz. Tabiatı kendi haline bırakmıyoruz. Onun üzerine ev yapıyoruz. Evlerimize duvarlar örüyoruz, duvarlarımızı sıvıyoruz, sıvamızın üzerine boya geçiriyoruz. Boyamızın üzerine vernik geçiriyoruz. Velhasıl kendimizi doğadan yalıtıyoruz. Bu insana mahsus bir özelliktir. Yuva yapan kuşlar belki akla gelebilir. Onların yaptığı, insanın ev yapmasına benzer bir olay değil, daha farklı bir şey. Kuş yuvası doğanın uzantısı gibidir. Ama insanın yaptığı doğanın uzantısı değil. Doğanın üzerine bir hacim konduruyoruz,   o hacmi de süslüyoruz. Her süsün üzerini bir başka süsle örtüyoruz.

Duvar yaptık, duvarın üzerine sıva geçirdik, yetmez mi? Normalde yeter. Ama hayır, sıvayı öyle bırakmıyoruz. Onun üzerine de başka sıva, boya geçiriyoruz. Boyayı geçirdikten sonra üzerine resimler asıyoruz. Velhasıl kendi eserimizi de doğadan yalıtıyoruz.

 

İnsanın kentleşme macerası kendini tabiattan yalıtması mı?

Tabiî…

 

O zaman günümüzde modern insanın sürekli bir doğa özlemi içinde bulunması, bir çelişki değil mi? Dağ başında küçük bir kulübe, ıssız bir yerde tek başına kalma özlemini nasıl adlandırabiliriz?

Ama o sürekli değil ki! Mesela yazlıklara giden insanlar orda sürekli yaşayayım diye gitmiyor. Sürekli yaşayayım diye gidenlerde bir başka sunilik söz konusu. Onlar hiçbir zaman kentle irtibatını kesmez. Kentle irtibatı ya vardır veyahut da gittiği yerde yeni bir kent oluşturmaya bakar.

 

Her şeyini yanında götürür.

Evet, elbette, yanında götürür götürebildiği kadarıyla. Yetmediği yerde de zaten diyelim ki, bir kişi veya bir aile gitti belli bir yere, ebet müddet orda yaşaması söz konusu değil. Çevresine mutlaka komşu isteyecektir. 5 komşu bir araya geldiğinde bir bakkal, bir de manav lazım olacaktır. Yani burası da bir kent nüvesi olmaya aday sayılır. İnsanın pikniğe gitmesi birkaç saat, bilemedin birkaç günlük olay. Oraya zaten tedarikli gidiyorsunuz. Sürekli orda yaşamayı göze almıyorsun. Oraya gittiğin zaman evini özleyeceğini düşünerek gidiyorsun. Evine geldiğin zaman da, “Oh be dünya varmış” diyorsun. Pikniğe giderken, dağa, denize gittiğin zaman sürekli orda kalma niyetiyle zaten gidilmiyor. İsterse orda ev yapmış olsun. Sürekli kalmayı düşünmüyor. Azami bir mevsimlik ömrü vardır oranın. Eninde sonunda kentine, yuvasına dönecektir.

 

Kentte yaşayan insanların sürekli kendiyle baş başa kalmak adına ıssız bir yerlere gitme ihtiyacı hissetmesi o zaman insan doğasına aykırı bir durum?

Kısa bir değişiklik ihtiyacı olabilir. Fakat süreklilik yoktur. Ama kentte yaşamak süreklilik ister. İkametgâh kavramı bir insanın sürekli yaşadığı yere atıfta bulunur. Bizim geçici olarak yaşadığımız yerler bizim ikametgâhımız değil. İkametgâh kavramı hukuki bir kavram ve insanın yaşamayı seçtiği yerin adıdır. Bu, adresten de daha fazla bir şey. Yani bir şehrin içinde A mahallesinde, B mahallesinde yaşayabilirsin, pikniğe veya yazlığa gitmiş olabilirsin, ama ikametgâhın nerdedir? O şehrin kendisidir ikametgâh... Adres ayrı, o değişebilir. İkametgâh gene o kent olarak, yerleşim yeri olarak kalır.

 

Günümüzde kentte yaşayan insanı düşündüğümüzde, işiyle evi arasında vaktini geçiren, sosyal ilişkileri giderek zayıflayan, yalnızlaşan, kendine yabancılaşan ve bundan da kenti suçlayan bir insan tipi görüyoruz. Sizce bu doğru mu? İnsanın giderek yalnızlaşmasından modern şehir hayatı mı sorumlu?

Burada kabahat kentte değil. İnsanlar beş yüz sene önce de kentte yaşıyordu, o sıcak ilişkiler kent ortamında söz konusuydu. Bu sıcak ilişkilerin tabir caizse soğuk ilişkilere dönüşmesinin sebebi teknolojidir. Sanayi inkılâbından sonra oluşan yaşama şartı insanları birbirlerine karşı soğuk, daha teknik deyimle yabancı haline getirdi. İnsan bizzat kendine yabancılaştı.

İnsanın kendine yabancılaşması ne demek? Eskiden, yaptığı imal ettiği ürünün sahibi kendisiydi. Ona benim nazarıyla bakabiliyordu. Hâlbuki şimdi uzandığı hiçbir şey kendi elinin ürünü değil. Fabrika ürünleri bunlar. Fabrika ürünü seri üretim. Yani imalat bandının önünde duran ve önünden geçen eşyaya bir dikiş atan, bir çivi takan, bir vidasını takan kimse, o ürünün tümüne sahip değil. Ürün kendisine ait değil. Tezgâhtan işlenmiş ürün çıktığında o ürün artık oradaki insanların aşinası olduğu bir ürün olmaktan çıkıyor. Herkesin emeği var ama herkesin yabancısı olduğu bir ürün ortaya çıkıyor. Kendisinin de o ürün karşısındaki konumu artık bir fiyat ilişkisidir.

Hâlbuki evinde kendi tezgâhında kendi kâğıdını, kendi divitini imal eden bu divite ve bu kâğıda “benim ürünüm” diye bakardı. O kalemle o kâğıda istinsah ettiği kitaba benim ürünüm diye bakardı. Ama şimdi bir matbaa işçisi bu matbaada üretilen bir kitaba benim kitabım diye bakamıyor, bakması da mümkün değil. Yani o ürün, o işçiye, o emek sahibine yabancılaşmıştır. Çünkü kitap mamul hale gelesiye birçok emekçinin tezgâhından geçerek o hale gelmiştir. Ürün tek başına kimsenin eseri değildir. Fabrikaya gelen insanların her birinin adresi farklı yerlerde, her birinin ihtiyacı farklı. O insanlar el ele tutuşarak o imalathaneye gitmiyor. Bu, teknolojinin ortaya koyduğu bir sonuç, kentin ortaya koyduğu bir sonuç değil. Doğrudan doğruya sanayileşmenin, başka bir deyişle teknolojinin hâsılası olan yaşam tarzı son tahlilde kentin nesnel yapısını etkilediği gibi, kentsel yaşantıyı da etkiliyor. Bu yaşama tarzı insanı yalnızlaştırıyor. Çünkü o fabrikada çalışan işçiler birbirini tanımıyor. Tanışıklık, aşinalık hâsıl olmuyor. İş paydos edildikten sonra o insanlar yine birbirini görmeden evlerine dağılıyor. Onun için de sıcak ilişkiler kurulamıyor.

İnsanların birbirine yabancılaşması, kendilerini yalnız hissetmeleri kent oluşumuyla değil, fakat teknolojinin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Teknoloji de büyük kentleri kendine mekân tutuyor. Çünkü çalışabilecek işçileri orda buluyor. Köylüye veya okuma yazma bilmeyene o imalatta yer vermek, rol vermek söz konusu değil, risk var. O insanların hayatına mal olabilir. İlk defa tezgâhı gören birisini oraya getirdiğin zaman ya elini kolunu kaptıracaktır, ya hayatını.

 

 

Yazılarınızda anlattığınız çocukluğunuzun Maraş’ı artık eski Maraş değil. Kentlerimizde meydana gelen büyümeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşayan, gelenekle bağını koparmamış kentler oluşturabilmek için belediyelerimize neler tavsiye edersiniz?

Şimdi bu herhalde çok zor gibi görünüyor, eğer imkânsız demek istemiyorsak. Başlamış olan süreç kendi doğrultusunda yürür bir süre. Belki umutsuz bir şey söylüyoruz, ama az önce söylediğim ur halinde büyüme, bir kentin yapısının doğal serpilmesiyle oluşan bir olay değil. Haricen dayatılan bir olay. Mesela Maraş'ı veyahut Ankara’yı düşünün, İstanbul’u ele alın, bu kentler kendi doğal gelişme istihalesinin sonucu olarak o sınırlara ulaşmış değiller. Bu değişim biçiminde eski kent, eski yerinde bırakılıyor. Orada hiçbir değişiklik yok. Veya çok az bir değişiklik var. Ama yeni kent eski kentin dışından itibaren doğuya, batıya, kuzeye, güneye, o kentin konumuna göre bir istikamet boyunca büyüyor. İstanbul hariç, İstanbul’da her yöne doğru bir büyüme var. Ankara da aynı şekilde. Çünkü endazesi yok. Normalde şehirlerin tabiî uzanımı, şehircilerin söylediğine göre, batıya doğrudur. Bunun belli bir hikmeti vardır mutlaka. Ama bugünkü büyüme, ur büyümesi, haricen olan bir şey. Yapısal bir olay değil. Ben bunu şehrin doğal büyümesi olarak görmüyorum. Bir nevi ur gelişmesi. Ama kendi doğal uzanımında o ur büyüme yapısal bir mahiyet kazanabilir. Bilemem. Ama kentlerin hâlihazırdaki büyümesi onun doğal seyrinin dışında kalıyor diyebiliriz. Zamanla oturabilir, kendine yeni bir gelenek kurabilir. Fakat kentin eski geleneğinin bu yeni uzanımda ihya edilmesi kolay kolay mümkün olmayabilir.

 

Kentler insan tabiatının sonucu oluşuyorsa, modern kentler insan tabiatına aykırı şekilde büyüdüğü için günümüzde insanlar bu kentlerde mutsuzdur diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Şimdi bu sonradan oluşmuş olan ur dediğimiz veya mantar kent dediğimiz kentler eski kente yerleşmek üzere gelmiş olup da oraya yerleşme imkânını bulamayan insanların kurduğu yerleşim yerleri... Onun çevresine deyim yerindeyse kene gibi yapışmış bina yığınları... Hâlbuki bir kent kurulurken ilkin bir mabet inşa ediliyor. Buna mescit dersiniz, kilise, havra, fark etmez, bir mabet... Bu mabedin etrafında kurulur kent. Müslüman kentlerde nasıl oluyor, önce bir mabet var... O mabedin etrafında halkalar halinde dışarı doğru genişleyen mahalle kuruluyor. Yeni bir mahalle kurulmaya ihtiyaç hissedildiğinde gene bir mabet inşa ediliyor. Bu mabet, o yeni kurulan yerin merkezini oluşturuyor. Onun etrafında halkalar halinde genişleyen yeni bir yerleşim yeri kurulmuş oluyor. Halkalar halinde büyüyen mahallelerin kesiştiği yerler oluyor. Birbirini kesen iki dairenin örtüştüğü yerler olabilir. Oralarda dar sokaklar görüyoruz. Dışarıdan bakıldığında insan hayret edebilir. Niye acaba bu sokaklar bu kadar daracık yapılmış, diye... Maraş'ta, Urfa’da, birçok Anadolu kentinde etraf ova veya yayla o kadar geniş ki, bu sıkışıklık niye? İşte bu dediğimiz gerekçeden dolayı... Bir mescit kuruluyor. Bunun etrafında halkalar halinde sokaklar ve nihayet mahalle oluşuyor. Biraz ötede başka bir mescit inşa ediliyor. Onun etrafında büyüyen halkalar, onların birbirlerini kestiği yerlerde o daracık sokaklar oluşuyor. Labirent gibi yapılanmalar oluşuyor, çıkmaz sokaklar oluşuyor. Bu ev olmasa çıkmaz sokak olmayacak. Ama o ev olmak zorunda, orası da çıkmaz sokak olarak kalmak zorunda. Oranın yerli insanı da şikayetçi değil. Çünkü kendi ihtiyacını mescide en kısa yoldan nasıl gider, nasıl gelir ona göre ayarlıyor. Şimdi bizim İslam kentleri bu mantık üzerine inşa ediliyor. Ortada mescit var. Mescidin etrafında halkalar halinde dizilmiş sokaklar, evler... Ben kabaca anlatıyorum. Bunu elbette çok düzgün bir geometrik şekil olarak algıladığımız zaman yanılırız.

Batı şehirlerine baktığımızda kentlerin merkezinde yine kiliseleri görürüz. Kiliselerin etrafına haç düzenine göre yerleşim yeri inşa ediliyor. Bu haç Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği söylenen haç değil, o çok yeni bir olay. İnsanlığın kutsallık izafi ettiği altı cihetli temel bir haç vardır. Bu haçın aynı düzlem içinde kuzey, güney, doğu, batı, bir de bu koordinatı ortasından geçen bir mil düşünelim. Uzayın altı ciheti bu haç düzenine göre oluşur. O altı eksenin buluştuğu yer aynı zamanda sonsuzluk olarak algılanır. Onun insan kalbinde bir izdüşümü vardır. Buna fuad deniliyor ya da fuad noktası... Hani Allah’ın kâinata sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım dediği yer o fuad noktasıdır işte... Batı şehirlerine bakıldığında yine böyle bir kutsala izafeten koordinatın sıfır noktasına bir mabet inşa ediliyor. Ve kent bu yatay ve dikey boyutların uzantısı istikametinde kuruluyor.

Aslında modern kentler batı şehirlerine göre düzenlendiği için Türkiye’de kentleşmede sorun çıkıyor. Batının yerleşim tarzını eski yerleşim yerlerine uyguladığınız zaman başta trafik olmak üzere birçok sorunla karşılaşıyorsunuz. Ana dokusu hilal düzenine göre kurulmuş olan kentimizin üzerine, yatay ve dikey boyutu geçirmek istediğinizde karşılaştığınız manzara, genelde bizim bugünkü kentlerimizin manzarasını görüntüler...

 

 

O zaman Türkiye’nin kentleşme macerasını henüz oturmamış diyebiliriz?

Ben bir özelliği söz konusu etmek istiyorum. Bu gün niye bir trafik sorunuyla başa çıkamadığımızın ipucunu şimdi değindiğim kentleşme sürecinde yakalamak istiyorum. Çünkü ne kendi kentimizin asal geleneğini muhafaza etmeyi başarabildik; ne de hilal düzenine göre kurulmuş kentlerimizi haç düzenine göre yeniden oluşturabildik... Olabilir miydi? Onun cevabını zaten bugünün gerçekliği veriyor. Öyle değil mi?

 

NOT: Bu röportaj İLBANK Dergisi'nde yayınlanmıştır.