Bazen sevmek ölmekten daha zordur


Şehirleşme ile beraber hayatımıza birçok yeniliğin girdiği bir gerçek. Bu yenilikler, bazı imkânları sunmakla birlikte kimi kültürel kodlarımızı da dönüştürüyor. Bir köyde, kasabada veya ilçede bizi birbirimize bağlayan birçok ortak nota bulmak mümkünken, şehirde yaşadığımız modern hayat, bizi tek başımıza, bir birey olarak ayakta durmaya çağırıyor ve yerel ya da ulusal değerleri aşarak evrensel bir kültür sunuyor. Yenilik, her zaman sancılı bir süreç demektir. Tarihçi Arnold Toynbee'ye göre (eğer yeniliği siz üretmiyorsanız ve yenilik dışarıdan geliyorsa) yapacağınız iki şey vardır: Ya Zealot gibi katı bir inkâr yoluyla radikalleşmek ve içine kapanmak ya da Herodes gibi taklit ederek, gelen yeniliklerin imkânlarından istifade etmek. Zealot ve Herodes Roma'nın kontrolünde bulunan Kudüs'teki Yahudiye Krallığının iki sembol ismi. Zealot, Roma'yı ve kültürünü toptan inkâr ederek kendi içine kapanmayı ve Yahudi değerlerinin ancak bu şekilde korunabileceğini savunuyor. Herodes ise, Romalı lejyonerlerin desteğiyle kurduğu krallığında, Roma'nın medeniyetini, devlet anlayışını model olarak kullanmak isteyen bir zihniyeti temsil ediyor. Bugün için baktığımızda iki bin yıl önce yaşanan çatışmanın şekil değiştirmiş haliyle halen devam ettiğini söyleyebiliriz. Modern hayatın getirdiği yeni yaşam tarzlarına karşı insanımızın gösterdiği, göstermek istediği, göstermesi beklenen tavırlar, siyasetten sosyolojiye, sosyal psikolojiden sinemaya, edebiyattan sanata birçok türde işlenmiş ve işlenmektedir. Biz bu yazımızda şehir hayatı üzerinden modernitenin Türkiye'de izlediği maceraya sinemanın objektifinden göz atmaya çalışacağız.  

 



Aileden bireye dönüşüm  

1990'lı yıllardan sonra Türk sinemasında köklü değişimler yaşandı. Kaynağını Anadolu kültüründen alan o bildik Yeşilçam senaryolarının yerini, şehirde yaşanan hayatın yansımalarını içeren yeni konular almaya başladı. Köyünü, kasabasını bırakıp şehirde kendine yeni bir yaşam kurmaya çalışan ailelerin öyküleri bütün dramatikliğine rağmen nispeten mutlu sonla bitmeye yakınken, bu ailelerin şehirle bütünleşememesinden kaynaklanan yetersizlikler, çocuklarının hayatında daha güçlü bir şekilde kendisini gösterdi. 1980'li yıllarda çekilen Münir Özkul'lu, Adile Naşit'li, Perran Kutman'lı, Türkan Şoray'lı, Kemal Sunal'lı, Şener Şen'li (Neşeli Günler-1978, Bekçiler Kralı-1979, Gırgıriye-1981 ve 1983, Görgüsüzler-1982, Çiçek Abbas-1982, Seni Kalbime Gömdüm-1982, Yedi Bela Hüsnü-1982, Şendul Şaban-1984, Züğürt Ağa-1985, Çıplak Vatandaş-1985, Gramafon Avrat-1987, Düttürü Dünya-1988 vb.) aile filmleri, 90'lı yıllardan itibaren yerini, göç edip şehre gelmiş bu ailelerin dağılışı, şehrin dayatmalarına karşı direnme, yeni beklentiler, yeni sorunlar içeren, daha çok bireyin dünyasına eğilen filmlere bıraktı. Gecekondu mahallelerinde, hemşehrileriyle beraber küçük dünyalarında mutlu olmaya çalışan aileler, şehrin yeniliklerle dolu hızlı hayatına ayak uydurmak yerine içe kapanmayı ve geleneksel değerlerine sarılmayı çıkar yol olarak benimseyince (ki bundan hepimiz sorumluyuz), koca bir şehrin içinde küçük küçük kasabacıklarda yaşamlarını sürdürdüler. Din, gelenek, töre ve yerel kültürle beslenen bu aileler belki bilerek belki de bilmeyerek çağdaş Zealotlar olarak aldılar tarihimizdeki yerlerini. Mini etek, askılı tişört giyen, parklarda sevgilisiyle sarmaş dolaş gezinen şehir kızlarına benzemesin diye koruma endişesiyle eve kapattığımız kızlar, bastırılmış duygularıyla büyüdü, evlendi ve şehrin yeni ihtiyaçlarına cevap verecek donanımdan yoksun halde yaşamlarına devam ediyorlar. İlköğretimdeki çocuğunun ödevini internet cafeye para ödeyerek çözen bu kadınların kocaları ise, çocuklarının okuluna vekil olarak gitme kültürüne bile sahip değil. Anneler şaşkın, babalar cahil, gençler dağınık. Aile bağları gittikçe zayıflayan ve bunu da çarpık bir şekilde yaşadığı için kimlik krizleriyle baş etmek zorunda kalan genç kuşağın öyküleri, anne babalarınınkinden daha trajik.

 



Modern şehirler ve kaybolan değerler

Çağan Irmak'ın 2005 yapımı Babam ve Oğlum ile 2008 yapımı Issız Adam filminin bu kadar çok seyirci toplaması, işlenen konu başından geçenlerin sayısının giderek artmasından kaynaklanıyor. Annesiyle iletişim kurmakta zorlanan, kendi kuşağıyla sevgi bağı oluşturamayan, yalnız bir adamın hikâyesi hiçbirimize uzak değil. Ya çocuğumuz bu sorunu yaşıyor, ya da komşumuzun oğlu. Yine aynı şekilde Cemal Şan'ın 8 gün triolojisi de yalnız ruhların hayatına ışık tutan öyküler içeriyor. 2007 yapımı Zeyneb'in 8 günü, "Obsesiflik seviyesinde düzenli bir hayat süren, kendine ait bir dünya kurmuş ve dışarıya kendini tamamen kapatmış, tek başına yaşadığı her günü birbirinin aynı olan Zeynep'in hikâyesini işlerken, şehrin güvensizliği, bireyin yalnızlığı ve kendini koruma içgüdüsüyle geliştirdiği aşırı tedbirler, her şeyin metalaşması ve tüketilebilir hale gelmesiyle oluşan dağınık duyguların çarpık dışa vurumunu gözler önüne sermektedir. Yine aynı yönetmenin 2009 yapımı Ali'nin 8 Günü filminde, Ali'nin, evi ve sahibi olduğu bakkal dükkânı arasında monoton bir düzen içinde sürüp giden hayatına aşkın girmesiyle dağılıp giden gönül dünyasına şahit oluyoruz.

 

Başarılı yönetmenlerimizden Yeşim Ustaoğlu'nun 2008 yapımı Pandora'nın Kutusu filmi çok çalışmak ve hızlı yaşamak zorunda kalan şehir insanımızın hayatında, Anneanne-anne-torun üçgeninde yeni bir dönemin başladığının da habercisidir. Köydeki anneleri yalnız, kendileri şehrin değişik yerlerinde, birbirinden habersiz yaşayan kardeşler ve hiç umulmadık biçimde, anne babasına hayatında yer vermek istemeyen torunun anneanneyle kurduğu içten ve samimî bağın gelişim süreci aslında korkutucu bir süreci de haber veriyor; Bugün şehirde yaşayan anne babalar, hem kendi anne babalarıyla iletişim kuramıyorlar, hem de kendi çocuklarıyla. Gelenekle modernite arasına iyice sıkışıp kalan bu insanların önünde iyi bir çözüm de maalesef yok. Bu felaketi haber vermek ve büyüklerimizin kıymetini bilmek için işaretler sunmak isteyen bir başka film ise Handan İpekçi'nin yönettiği 2010 yapımı Çınar Ağacı. Dört çocuk, torunlar, iki ayda bir evden eve taşınan çiçekler, plaklar, bir sandık ve gramafon. Ve iki ayda bir buluşulan Çınar Ağacı! Çınar ağaçlarıyla meşhur ilimiz Bursa'nın Kestel ilçesinde en önemli sahneleri çekilen film, şehirde yaşayan çocuklarının evlerinde sırayla kalan bir anneannenin çocuklarıyla kuramadığı ama torunuyla başarılı bir şekilde kurduğu aile bağını anlatıyor. Film, karısına söz geçiremediği için annesini yanına alamayan oğlun dramından, kayınvalidesini evinde istemeyen gelinin isyanına, annesinin çocuk yetiştirme metotlarını geri kalmış bulduğu çocuğuna müdahale ettirmek isteyen annenin çağdaş haykırışlarından, mal paylaşımında bana haksızlık yapıldı diyerek küsen aile üyelerine, hepimizin değişik biçimlerde yaşadığı ortak sorunlara parmak basıyor.

 
Şehrin insanı, yalnızlık ve kimlik problemi

Modern şehirlerde birey olarak varlığını sürdürmenin ülkemizde geçirdiği evreleri en iyi anlatan yönetmenler Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'dur. Yaptığı filmlerle uluslar arası şöhrete kavuşan Nuri Bilge Ceylan, 2002 yapımı Uzak filminde, yaşamakta olduğu hayatla idealleri arasındaki uçurumun gittikçe büyüdüğünü gören ve uzaklara gitmek isteyen bir adamla, hayallerini gerçekleştirmek için İstanbul'a gelen bir gencin hikâyesini anlatır. Modern hayatın henüz tam oturmadığı ülkemizde, birey olma evresindeki şehir insanımız, geçmişiyle hesaplaşmakla bugünü yakalamak arasında gidip gelirken, yaşadığı iç çatışmanın etkisiyle kendinden uzaklaşmakta ve kimi zaman bu sosyalliğini yitirmeye kadar gitmektedir. Ceylan'nın 2006 yapımı İklimler filmi, heyecanlarını yitiren evlilikleri mercek altına alırken, akademisyen bir adam ve televizyoncu bir kadının, ruhlarının sürekli değişen iklimlerinde kendilerine yabancı duyguların ardı sıra sürüklenmesini konu edinmektedir. Katı olan her şeyin buharlaştığı modern şehirlerde eşler arasında en büyük sorun güven problemidir. 2008 yapımı Üç Maymun filminde ise Ceylan, perspektifi genişletir ve bireyden topluma giden geniş bir yelpazede ortaya çıkan toplumsal bir sorunu ortaya koyar: Görmedim- duymadım-bilmiyorum olarak bildiğimiz üç maymun, küçük zaafların büyük yalanlara dönüşerek parçaladığı bir ailenin gerçeği örtbas ederek her şeye rağmen bir arada kalma çabasına bizi ortak ederken, küçük bir yaranın toplumsal bir kangrene dönüşünü izleriz ekranda.

 

 

İnsan ruhunun karanlıklarında

İnsanın Tanrıyla ve kaderiyle ontolojik ilişkisini konu alan filmleriyle tanıdığımız yönetmenimiz Zeki Demirkubuz, çıkış filmi olan Masumiyet'te (1997), birbirlerinin kaderini etkileyen insanların ayakta kalma savaşının önce umuda, sonra da sarsıcı bir kadere nasıl dönüştüğünü resmeder izleyicisine. Aileden, akrabadan, arkadaştan uzaklaşan, kendisiyle baş başa kalan ve yaşam savaşını tek başına sürdürmek zorunda kalan Yusuf'un hikâyesi, bugün şehirlerimizde oldukça sık rastlayabileceğimiz niteliktedir. 1999 yapımı Üçüncü Sayfa filminde Demirkubuz, her gün okuduğumuz gazetelerin üçüncü sayfalarındaki ölüm haberlerinin nasıl yaşandığına dair bir örnek koyar önümüze. Mafyanın eline düşmüş sahipsiz bir genç, kocasından sürekli dayak yiyen çocuklu bir kadın ve parasını yemek için babasının ölmesini bekleyen hayırsız bir evlat. Fedakârlığın, sevginin, saf duyguların yerini alan bencilliğin, umarsızlığın ve zalimliğin kumpasına düşmüş saf gençlerin şehrin karanlık sokaklarında nasıl yitip gittiğini hem okuyor hem de seyrediyoruz her gün ve bu artık bizim için sıradan bir olaydır. Eşler arasındaki güven problemine işaret eden 2001 yapımı İtiraf filminde yönetmen, bu sefer yıllarca karı-koca olarak yaşayan eşlerin iç dünyalarında taşıdığı başka kimliklere ışık tutar ve kimin kim olduğu belirsiz olan bir dünyanın içinde buluruz kendimizi. 2003 yapımı Bekleme Odası'nda başkalarına göre idealist ve ilkeleri için yaşayan ama kendisine göre inançsız ve kibirli bir yönetmen olan Ahmet'in hikâyesiyle Zemirkubuz, yaşadığı hayata karşı nedensiz bir kayıtsızlık gösteren sorunlu bireylerin iç dünyalarına ayna tutar. 2006 yapımı Kader filminde ise yönetmen, şehrin arka sokaklarında yaşanan trajik hayatlara çevirir kamerasını. Yoksulluğun, eğitimsizliğin, kaçak gecekonduların, çamurdan yolların, esrar âlemlerinin, kabadayı raconlarının kol gezdiği bu sokaklarda sevmek ölmekten daha zordur. Parasızlığın ahlaksızlığa rahatça yol verdiği şehrin öteki yüzünde yaşamak ölmekten daha çetin bir mücadeledir.                            


  

Kader, yönetmenin ikinci filmi Masumiyet'te (1997) tanımış olduğumuz iki karakterin gençlik öyküsünü anlatır. Bekir, Uğur'a aşık olur. Uğur da başı hep belada olan Zagor'a.

Zagor, iki polisin öldürülmesi olayına karışıp tutuklanır. Bu olay, başlangıçta Bekir için bir umut gibi görünse de, bu acımasız aşkın peşinde yıllarca sürecek amansız bir hastalığın başlangıcı olacaktır. Bekir, üçüncü sınıf otel odalarında, esrar alemlerinde, taşra pavyonlarında Uğur'un inatçı bir köpek gibi izini sürecek, üç insan arasında yaşanan bu tuhaf aşk, acıyla, yoksullukla, gözyaşıyla ve kötülükle büyüyecektir.


Bizim büyük çaresizliğimiz

Seyfi Teoman'ın 2011 yapımı filmi Bizim Büyük Çaresizliğimiz, modern bir aşk hikâyesidir ve sanılanın aksine İstanbul'da değil, Ankara'da geçmektedir. Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanından uyarlanan filmde, 30'lu yaşlarının sonlarına yaklaşmış iki bekâr arkadaşın aynı evde paylaştığı hayatlarına bir kızın katılmasıyla başlayan yeni süreçte, kaçınılmaz son gerçekleşir ve iki erkek de çaresizce aynı kıza âşık olur. "Türkiye'deki günlük yaşamdan yola çıkarak evrensel bir hikâyeyi ve insana ait derin duygu dünyalarını sade bir dille anlatmayı başardığı için" ödüle de layık görülen film, Anıtkabir, Atakule, Karşıyaka Mezarlığı, TCDD, Esenboğa, Kavaklıdere, Kuğulupark gibi başkentimizin film dünyası için güzel mekânlarını da sinema dünyasına sunuyor.    

   
NOT: Bu yazı İLBANK Dergisi'nin Eylül-Ekim 2011 sayısında yayınlanmıştır.