“Tanrının işine akıl sır ermez.
Bu sefer benimle onu tanıştıran o oldu.
Bu sefer adı “Allah” tı.
Ezanın tınısı ve hissiyatı beni Tanrıya yaklaştırdı.
Salâ okunurken, bastığım yer kutsal bir yere dönüştü ve
huzurun ve kardeşliğin maneviyatını buldum.”
Pi Patel
Yazar: Volkan Durmaz
Geride bıraktıklarım ve uğruna dayandıklarım her şey fani... Artık gerçekle hayal ve rüyayı ayırt edemiyorum.
Yönetmen Ang Lee’nin Kanadalı yazar Yann Martel’in “Pi’nin Yaşamı” kitabından uyarlanan aynı adlı filmi, Pi Patel isminde bir çocuğun, Richard Parker isminde bir Bengal kaplanıyla olan müthiş serüvenini bir Kanadalı’ya anlatmasıyla başlar.[1]
Hindistan’ın Fransız etkisindeki bölgesi olan Yeni Şehir’de bir botanik hayvanat bahçesi ve bu bahçeyi cennete çevirmiş bir aile… Sanki tanrının varlığının ispatı, tüm muhteşemliği ile burada toplanmış. Geyikler, rengârenk tropikal kuşlar, maymunlar, gergedanlar, zebralar, yılanlar, balıklar, böcekler ve nicesi…
Adına tesadüfen bir havuzun ismi (Piscine Molitor) verilmiş “Pi Patel”, hayatı başlarda Tanrının muhteşem “karma” yöntemi ile yorumlayan bir gençtir.
“Amcam babama, ‘eğer oğlunun temiz bir ruhu olsun istiyorsan, onu dünyanın en güzel halk havuzu olan Piscine Molitor’da yüzdürmelisin. Oranın suyu sabah bir fincan kahve yapacak kadar temizdir’ demiş, babam nedense bana havuzun ismini vermiş ve Piscine Molitor Patel adını almışım.”
Kanadalı, Pi ile oturduğu sofraya şu sözlerle başlayacaktır: “Mamaji, benim tanrıya inanmamı sağlayacak bir hikâyen olduğunu söyledi.”
Pi ise şöyle yanıtlar: “Sana sadece hikâyemi anlatabilirim. Neye inanacağına kendin karar vermelisin”
Pi, hayvanat bahçesi işletmecisi babası, botanikçi annesi ve kardeşi Ravi ile yaşamaktadır. Çocukluğunda, Hinduizm ile tanışır. Krishna ise tanıştığı 33 milyon Hint tanrısından ilkidir.
“Büyürken tanrılar benim süper arkadaşlarımdı… Hinduzim’de bir suç işlediğinde 1 değil 33 milyon tanrının önünde suçlu duruma düşersin.”
Küçükken çocuk felci geçirmiş olan babası, kendisini Hint tanrıları yerine batı ilaçları kurtardığı için tanrıya inanmamaktadır.
Pi, 12 yaşındayken bir kilisede vaftiz suyu içerken İsa ile tanışır. Kilisede yer alan acı çeken İsa figürlerini görür ve sorgular. Günah işleyen insanlar için İsa’nın acı çekmesini anlamsız bulur. Buna rağmen tanrıya İsa ile tanıştığı için şükreder.
“Hinduizm aracılığıyla imana geldim ve İsa aracılığıyla Tanrı’nın sevgisini buldum. Ama tanrının benimle henüz işi bitmemişti!” (Fonda ezan yankılanır: Allahu Ekber, Allahu Ekber)
“Tanrının işine akıl sır ermez. Bu sefer benimle onu tanıştıran o oldu. Bu sefer adı “Allah” tı. Ezanın tınısı ve hissiyatı beni Tanrıya yaklaştırdı. Salâ okunurken, bastığım yer kutsal bir yere dönüştü ve huzurun ve kardeşliğin maneviyatını buldum.”
Babası Pi’yi eleştiriyordu: “Aynı anda 3 farklı dine mensup olamazsın!” Pi, sonunda hem Müslüman, hem Hıristiyan hem Hindu ve hem de Musevi oldu. Çünkü Pi, olgunlaşmıştı.
Pi, kaplan Richard Parker ile ilk kez kaplanın kafesinde ona et vermeye çalışırken tanışır ancak bu esnada babasına yakalanır ve ondan azar işitir. Babası Pi’ye bir kaplanla arkadaş olunamayacağını öğütler.
Pi, tam kız arkadaşı Anandi ile tanışmışken ve hayatın anlamını kavramaya çabalarken[2] babası, Kanada’ya ailesini götürmeye karar verir. Pi, babasının bu kararından hiç memnun olmamıştır. Ancak babasını vazgeçiremez ve bir Japon kargo gemisiyle yola koyulurlar. Şimdilik elimizde bir havuzun adı verilmiş bir çocuk ve Pasifik’e doğru yola koyulmuş hayvan yüklü bir kargo gemisi vardır.
Yolculuğun dördüncü gününde, okyanusun ortasındaki gemi, müthiş bir fırtınaya yakalanır. Gece yarısı uyanan Pi, fırtınayı izlemek için yatağını terk edip güverteye çıkar ve Fırtına Tanrısına selam verir. Tanrı onu görecektir!
Hızla su alan gemi alabora olur. Anne babasını uyandırmak için geri dönmeye çalışan Pi, onları kurtarmanın artık geç olduğunu fark eder. Hayvanların dört bir yana savrulduğu gemi hızla su almıştır bile...
Canını zor kurtaran Pi, bir zebra ile kendisini geminin cankurtaran filikasında bulur. Filikaya zebranın yanı sıra son anda bir sırtlan, kaplan Richard Parker ve bir de orangutan binecektir. Gerçek mücadele işte şimdi başlamıştır. Normal şartlarda bir araya gelemeyen bu hayvan türleri, küçük bir filikada bir araya gelirler. Beraberlikleri fazla sürmez. Ta ki aç sırtlan, zebraya ve sonrasında orangutana saldırana kadar…
Filikada kaplan Richard Parker’ın varlığını geç fark eden Pi, filikaya bağladığı bir can simidine geçer ve can güvenliği için filikayı Richard Parker’a terk eder.
“Tanrım! Kendimi sana adıyorum. Ben senin kulunum. Başıma ne gelecekse bilmek istiyorum. Göster bana.”
Bugünden sonra Pi, filikada bulduğu hayatta kalma rehberiyle yaşam mücadelesine başlar. Yemek, nöbet ve dinlenmek için sıkı bir program oluşturur. Kendini oyalar ve gereksiz efordan kaçınır. Yakında acıkacak olan Richard Parker’ın kendisine saldırmasından endişe eden Pi, ona balık tutmaya çalışır ancak kaplan onu beklemeden balık avlamak için kendini suya bırakır. Richard Parker’ın suya girmesini fırsat bilen Pi, filikayı ele geçirir. Ancak vicdanı aç bir kaplanı okyanusun ortasında yalnız bırakmaya el vermeyecektir. Richard Parker’ı tekrar filikaya alır ve kendisi tekrar can simidine geçer.
Bencillik ve merhamet arasındaki mücadele kendisini gösterir.
Bir ara büyük bir balık yakalayan Pi, balığı küçük baltasıyla öldürür. Balığın masmavi gözleri o kadar güzeldir ki, Pi, öldürdüğü balığa bakarak ağlar ve gözyaşları içinde ondan özür diler. Sonra da yiyeceği bir balık şeklinde geldiği için ve hayatlarını kurtardığı için tanrıya şükreder.
Bir başka sahnede de uçan balıklara denk gelirler ve filika yüzlerce balıkla dolar. Pi, Richard Parker’la bir arada yaşamaya karar verir. Ne de olsa bol bol balıkları olmuştur! Pi, onunla birlikte yaşamaya ve onu eğitmeye karar verir.
“Eğer birlikte yaşayacaksak, iletişim kurmayı öğrenmemiz gerek. Belki Richard Parker takıma eklenmeyebilir ama Tanrı’nın izniyle eğitilebilir.”
Bu arada bir defter ve kalem, günlerini bir yandan da günlük tutarak geçiren Pi’nin en değerli hazinesi haline gelmiştir.
“Küçük değersiz bir şeyin bana bu kadar mutluluk getirebileceğini sanmazdım. Şu edevat yığını, kova, bıçak, kalem benin en büyük hazinem haline gelebilirler ama sadece Richard Parker’ın burada olduğunu bilmek bana huzur verebilirdi. Onun da benim gibi çok az gerçek dünya tecrübesi olduğunu anladım. İkimiz de aynı usta tarafından bir hayvanat bahçesinde yetiştirildik. Artık öksüz kaldık. Nihai ustamızla yüzleşmeye bırakıldık.”
Tanrı’nın Pi’ye elini uzatması ise Pi’nin şu sözlerinde gizlenmişti:
“Richard Parker olmasa şimdiye kadar ölmüş olurdum. Ona karşı olan korkum beni uyanık tutuyor. Onun ihtiyaçlarına yönelmek, yaşamıma odaklanma sağlıyor.”
Kendisini tabiata gizlemiş olan Tanrı, elini bir kaplanla uzatmıştı bu sefer!
Pi, artık rüyaları ve gerçekleri birbirine karıştırmaya başlamıştır. Artık sahip olduğu tek şey not tutuğu kelimelerdir. Ansızın bir fırtınaya yakalanır filikası ve Pi, tanrıyla konuşmaya başlar. Şükrettiği tanrıya bu sefer isyan edecek ve zaman zaman yalvaracaktır.
Bir ara şimşekten korkan Richard Parker’ı gören Pi, Tanrıya hayatını kurtaran kaplan için isyan eder: “Neden onu korkutuyorsun!”
“Ailemi kaybettim, her şeyimi kaybettim. Teslim oluyorum. Daha ne istiyorsun?”
Fırtına durulduktan sonra Pi, kendi kendine şöyle der: “Tanrım. Bana hayatımı verdiğin için şükürler olsun. Artık hazırım…”
Pi ve Richard Parker’ın filikası bir adaya vurur. Bir an dinlenmek için bir can simidi olur bu ada onlara… Ancak Pi, adanın etobur bir ada olduğunu fark eder ve ertesi gün filikayı erzakla doldurup ve elbette Richard Parker’la tekrar okyanusa açılır.
“Tanrı beni terk etmiş gözükürken bir yandan da kolluyordu…
Acılarıma aldırış bile etmez gözükürken kolluyordu.
Ve tüm kurtuluş ümitlerini tüketmişken bana huzur verdi.
Ve yolculuğuma devam etmem için bana bir işaret gönderdi.”
Pi’nin filikası nihayet Meksika kıyısına ulaşır.
“Meksika kıyısına ulaştığımızda filikayı bırakmaya korkuyordum. Gücüm tükenmişti, çok takatsizdim. Kurtuluşa bu kadar yaklaşmışken yarım metrelik suda boğulabilirim diye korkuyordum. Kıyıya çıkmak için mücadele ettim ve kumun üzerine yığıldım. Ilık ve yumuşaktı, sanki yüzümü Tanrı’nın yanağına doğru bastırır gibiydi..”.
Filmin en dokunaklı sahnesine gelmiştir. Richard Parker filikadan kumlara atlar; bacaklarını esnetir ve kıyıda gezinir. Ormanın kıyısına gelir ve durur. Pi, yol arkadaşının dönüp kendisine bakacağından emindir.
“kulaklarını başına doğru dikip, gurur duyarak dönecek ve ki ilişkimizi bir anlamda sona erdirebilecekti. Ama sadece ormana doğru devam etti.
“Ve sonrasında Richard Parker, yani benim vahşi refakatçim, beni hayatta tutan dehşetli varlık hayatımdan temelli çıktı. Birkaç saat sonra kendi türümden birileri beni buldu. Ve ben bir çocuk gibi ağladım. Kurtulmanın etkisiyle kendimi kaybettiğim için değil, gerçi öyleydim. Richard Parker beni kaba bir şekilde terk ettiği için ağlıyordum. Bu kalbimi kırmıştı.”
Hayat ta böyle değil mi?
Filmin son bölümünde Japon kargo firması, kazanın nasıl gerçekleştiğini öğrenmek için Pi’nin kaldığı Meksika Hastanesine 2 elemanını gönderir. Ancak gelen adamlar, bu olağandışı olayın gerçekleşme hikayesini inandırıcı bulmayacaklardır. Ne etobur adayı, ne de filikaya yüzen muzlar üstünde yaklaşan orangutanı…
Pi’den inanmalarını sağlayacak bir hikaye anlatmalarını isterler. Pi de onlara sahte bir hikâye uydurur:
“Dördümüz kurtulduk. ve denizci zaten filikadalardı. Aşçı bana bir can yeleği fırlattı ve beni filikaya çekti ve annem (orangutan) muzlara tutundu ve filikaya ulaştı. Aşçı… Aşçı (sırtlan) iğrenç bir adamdı. Fare yedi! Haftalarca yetecek kadar yiyeceğimiz vardı ama o ilk günden fareyi buldu ve onu öldürdü. Güneşte kuruttu ve yedi. Çok zalim bir adamdı. Ama her şeye çözüm bulan biriydi. Balık yakalamak için balıkçı Salı yapma fikri onundu. O olmasaydı ilk birkaç günde ölebilirdik. Denizci (zebra), pilav ve sos getiren Budist’le aynı kişiydi. Söylediği çoğu şeyi anlamadık, sadece acı çekiyor olduğunu anladık. Düşerken bacağını feci şekilde kırmıştı. Elimizden geldiğince onarmaya çalıştık ama bacağı iltihaplandı. Ve aşçı bir şey yapmamız gerektiğini yoksa adamın feci şekilde öleceğini söyledi. Aşçı ben yaparım dedi ama annem ve ben adamı sabit durması için tuttuk. Ve ben onan inanmıştım, bunu yapmak zorundaydık. Ben sürekli özür dileyip duruyordum. O ise sadece bana bakıp duruyordu, gözleri o kadar… o adamın (İsa) acı çekmesinin mantığını hiçbir zaman anlamayacağım. Onu hala duyabiliyorum. Ben sadece pilav ve sosla mutluyum. Onu kurtarmadık elbette, öldü. Aşçının ilk yunusunu yakaladıktan sonraki gün ben ilk başta ne yaptığını anlamadım. Ama annem (orangutan) anladı ve annemi hiç o kadar sinirli görmemiştim. Aşçı, “zırlamayı bırakın ve mutlu olun” dedi. Daha fazla yiyeceğe ihtiyacımız var yoksa öleceğiz. Bütün mesele buydu! Neymiş bütün mesele?! Diye sordu annem. Sırf balık yemi yapmak için zavallı çocuğun ölmesine izin verdin, seni canavar herif! Çok öfkelendi, yumrukları havada annemin üzerine doğru gelmeye başladı ve annem onun suratına okkalı bir tokat yapıştırdı. Afallamıştım! Hemen akabinde annemi öldüreceğini sanmıştım. Ama öldürmedi. Hayır. Aşçı olta yemi yapmayı bırakmadı. Denizci ise farenin gittiğiyle aynı yere gitti. Aşçı herşeye çözüm bulan biriydi…”
Müfettişler hikayeden tam olarak hoşlanmış gözükmüyorlardı. Ama, orangutanı annesi, sırtlanı aşçı ve denizciyi de zebra, kaplanı ise Pi olarak bir rapor tuttular.
Filmin kritik anı ile burada yüzleşiriz. Pi, Kanadalı arkadaşına sorar;
Pi: “Sana okyanusta ne olduğuna dair iki hikaye anlattım. Hiçbirisi gemini neden battığını açıklamıyor. Ve hiç kimse hangi hikayenin doğru hangisinin yanlış olduğunu ispatlayamaz. İki hikayede de gemi batıyor, ailem ölüyor ve ben kurtuluyorum. Hangi hikayeyi tercih edersin?
Kanadalı: “Kaplanlı olan… O daha iyi bir hikaye…”
Pi: “Teşekkürler… Ve işte Tanrı için de öyledir.”
Müthiş görsellik, hayranlık verici bir zekâ ve derinlikle kurgulanmış bir senaryo var Pi’nin Yaşamı’nda…
İnsan kaybettiklerini düşündüğünde yaşamın tümü “aldırmamak” eylemine dönüşüyor.
Ama her zaman en çok yaralayacak olan şey elveda demek için zaman ayıramamaktır.