"Bu filmi beş dakika makaslamak bile yeterli olmaz”
“Gerçekten önemli, söylemesi zor ama
söylenmesi gereken şeyleri söylemek istedik.”[1]
Aleksandar Radivojevic
Yazar: Kenan ARPACIOĞLU, Volkan DURMAZ
Sinema tarihine baktığımızda; yıllardır süregelen film döngüsünde, kimi filmler oldukça başarılı bulunup-kabul görmüş, kimileriyse dışlanıp- “rahatsız edici” söylemlerine maruz kalmıştır. Kimileri fazla “müstehcen” bulunmuş, kimilerinde “zararlı düşünceler” tespit edilip, “sakıncalı” ilan edilmiştir. Şöyle bir gerçek var ki, “sakıncalı olan “, “rahatsız edici” damgası taşıyan filmler, daha çok merak uyandırmış, o yıllarda “yasak” kisvesine büründürülen belki de “başyapıtlar”, yıllar sonra izleyiciler tarafından keşfedilip, hak ettikleri tahta oturtulmuşlardır.
Örneğin “All Quiet on the western front” filmi (1930), ilk savaş karşıtı film olarak tarihe geçerken, Avusturya ve Almanya’da yasaklanmış, esin kaynağı olan kitap, Nazi Almanya’sında “yakılacak kitaplar” listesine alınmıştır. “Life of Brian” mizah unsurları içeren oldukça başarılı bir film iken, “Hz. İsa’ya hakaret” damgasıyla yaftalanmış, yasaklı filmler arasındaki yerini bulmuştur. “Salo” filmi oldukça “müstehcen” bulunup, yönetmenin anlatmak istediği düşünceyi kavramak şöyle dursun, “kavramaya yeltenme” fikri dahi “sakıncalı” bulunmuştur. “Paris’te Son Tango” anlattığı konu ve işleniş biçimiyle “bir başyapıt” iken, “kadın vücudunun” sergilenmesinden ötürü yasaklanmış ve bu film, izleyiciden mahrum bırakılmıştır. Stanley Kubrick’in başyapıtı olan “Otomatik Portakal” da üzücü bir şekilde yasaklanmış, İngiltere-İspanya-İrlanda gibi ülkelerde “sakıncalı” ilan edilmiştir.[2]
“Rahatsız eden filmler” kategorisinde yerini almış olan “Oldboy”, “Dönüş Yok” “Salo: Sodom’un 120 Günü” gibi filmler, “A Serbian Film” ile mukayese edildiği zaman ise çizgi film kıvamında kalıyor. Keza “rahatsız” etmenin kaynağında “aşırı müstehcenlik” yatıyor.[3]
Bournemouth’da düzenlenen İngiliz Korku Filmi Festivalinin Konsey Üyesi David Kelsey bu film için “Şimdiye kadar izlediğim en iğrenç ve aşağılık şey. Bu filmi beş dakika makaslamak bile yeterli olmaz” ifadesini kullanırken ona film bile demiyor.[4]
Kısacası “Bir Sırp Filmi” de üstte sıraladığımız kategoride (özellikle yasaklı filmler kategorisinde) yerini çoktan aldı…
Yazıya başlamadan evvel böyle bir film hakkında yazı yazmamın doğru olup olmayacağını irdeledim. Filmi izlemek beni nasıl rahatsız ettiyse yazma fikri de bir o kadar düşündürdü. Çünkü film için kuşkusuz söylenebilecek yegane sıfat “iğrenç” olduğudur. Sonrasında film hakkında sinemasever bir arkadaşımla yapacağım sohbetin yazıya dökülmesinin daha doğru olacağını düşündüm. Bu belki suçluluğu (ve belki de sorumluluğu) paylaşmak olacak, beni biraz daha rahatlatacaktı. Yazmamak ise pisliği halının altına süpürmek olacaktı.
Filmin anlatmaya çalıştığı hakkında birçok değerlendirme yapılabilir. Film, birçok metafor ile bezenmiş bir “Sırbistan” anlatısı. Keza bazı film afişlerinde Milos’un korkunç yüzü, kan renginde bir Sırbistan haritasına yerleştirilmiş. Öncelikle belirtelim, eleştiriye sadece kan ve şiddet olarak yaklaşırsak, Rocky’nin buzhanede et dövdüğü sahneden[5] başlamamız gerekirdi. Çamur bile gecede parlar. Srpski Film’in parlayan taraflarından birisi de oyunculuklar. Belki filmi, üzerinde tartışılabilir yapan şey de bu… Milos’u canlandıran ve Kusturica filmlerinden de bilinen Srdjan Todorovic’in oyunculuğu kusursuz.
Neyse; burada başka bir şey var dedik ve koyulduk sohbete…
Sırp Yönetmen Srdjan Spasojevic'in 2010 yapımı “Srpski Film/Bir Sırp Filmi” isimli filmi emekli bir porno oyuncusunun son olarak bir sanat filminde rol almayı kabul etmesinin ardından başlayan çarpık hikâye anlatılır. Filmin pedofili, nekrofili, çocuk istismarı, esaret, cinsel işkence gibi aykırı temalar içermesi zaten bu kelimeleri okurken de insanın yüzünün şeklinin değişmesine yeterince katkıda bulunuyor. Yönetmen Spasojevic ise filmine yönelik tüm eleştirileri reddederek filminde The Exorcist, Brian De Palma’nın “Carrie” ve David Cronenberg’in “Scanners” ve “The Fly" filminden etkilendiğini belirtiyor. [6]
Okuyacaklarınız, kışkırtıcı anlamda ilginizi çekse ve merak duygunuzu körüklese de bir çok kişinin bu filmden uzak durması taraftarıyım. Keza “Srpski Film” bir yorumcunun dediği gibi “sanki bir yumruk gibi iniyor ağzınızın üstüne, sizi onu yutmaya zorluyor, midenizde açılıyor ve izini bırakarak bağırsaklarınızda dolaşıyor.”
Filmin konusuna gelecek olursak; eski bir porno oyuncusu olan Milos, genç karısı ve küçük oğluyla sıradan bir hayat sürmektedir. Ekonomik açıdan sıkıntılı günler geçirmektedir ama buna rağmen evinde mutluluğu yakalamıştır.
Ancak eski iş arkadaşı Lejla ile karşılaşır ve ondan bir teklif alır. Bu teklif hem Milos’un ailesinin geleceğini garanti altına alabileceği astronomik bir ücreti kapsayacak kadar iddialı, hem de ona, neyin çekileceği hakkında en ufak bir ipucu verilmeyecek kadar gizemlidir. Geride bıraktığı çirkin hayata veda etmiş olan Milos, ailesinin ekonomik geleceğini garanti altına almak adına ayağına gelen bu fırsatı tepmek istemez ve Vukmir tarafından yönetilecek bir “sanat” filminde yer alması teklifini kabul eder. Ne de olsa Vukmir sanat yapmaktadır!
Ertesi sabah Milos, film ekibince evinin önünden alınır, gözleri bağlanarak eski bir yetimhaneye götürülür. Kendisine bir kulaklık temin edilir. Bu kulaklıktan bir ses ona çeşitli direktifler vermektedir. Bir film ekibi de kameralarla onu takip ederek onu çeşitli seksüel durumlara maruz bırakıp nasıl tepki vereceğini gözler. Milos bir "gerçeklik pornosu" filminde rol aldığını zannetmektedir, ta ki bir odaya getirilip “Alice Harikalar Diyarında” öyküsündeki Alice gibi giyinmiş genç bir kız onları izlerken, fiziksel olarak yaralanmış bir kadınla seks yapması söylenene kadar. Gördükleri karşısında şaşkına dönen Milos, devam etmeyi reddeder ancak kalması için zorlanır.
Filmde geçen olaylardan bahsetmeyi uygun görmüyorum ancak –okuyucular beni affetsin-filmin inkar edilemeyecek bir “sanatsal” tarafı da var.
Milos yaşadıklarını ve oynadıklarını bilmeden yaptığını fark eder ve hakkındaki korkunç detayları hatırlamak için çekilen kasetlerdeki ipuçlarını takip eder.
“İnsanoğlunun hayatında karanlık noktalar var.”
Yazıyı oluştururken film eleştirisini yapmak yerine filmi ameliyat masasına yatırılmış bir hastayı inceler ve üzerine konuşur gibi yaptık. Başladık sohbete:
K: Filmde bende oluşan rahatsızlık, izlemeden önce başladı. Filmi izleyip izlememe konusunda kararsızdım. Saat gece yarısına yaklaşıyordu, izleme fikri daha kararsız bir hal aldı.
V: Anlatılmak istenen bir olgu olduğu açık. Teraziye koyduğumuz zaman, gözlediğimiz iğrençlik karşısında anlatılmak istenendeki gösterme çabası daha ağır çekmiyor mu? Yönetmen filmini yaparken iğrençlik yapmaya çalışmamış, iğrençliği kullanmış. Bir yere varmaya çalıştığı açık. Bunu da başarmış. İnsanoğlunun hayatında karanlık noktalar var. Spasojevic de bu belki de en karanlık noktaları nedenleriyle ortaya koymuş. Bunu yaparken güzel bir yöntem kullanmak zorunda değil ama Spasojevic bunu maalesef en çıplak şekliyle ortaya koymuş. Bu belki izleyenin anlayabileceği şekilde ve daha kapalı bir şekilde yapılabilirdi.
K: Bu filmde porno çok masum kalmış. Bu filmdeki unsurları izlerken porno sanki bunların yanında çok sıradan, hepimizin yaptığı bir meslek, bir uğraş, eve ekmek götürmek kadar masum kalıyor.
V: Milos sanki porno çektiği eski günleri arayacak kadar kirleniyor. Filmde rahatsız edici uç noktalar filmdeki dramı artırmış mı?
K: Filmdeki en büyük dram, tahayyül bile edemeyeceğimiz kanlı sahnelerden öte Milos’a yapılan psikolojik baskıydı aslında. Milos’a ilaç verilerek zorla bir şeyler yaptırılması daha dramatikti.
V: Haklısın. Bir travma oluşturulmuş. Milos’u gözlerini bağlayarak yetimhaneye getirmeleri ve bir kız çocuğu ile karşılaşması en dramatik sahneydi bana göre… O sahne kirliliğin kökleriydi. Sonrasında acı meyveyi dişledik.
K: Bir yönetmen neden bu kadar iğrenç bir film çeker?
V: Formül hep aynı sonuca çıkıyor; Hayat berbat! Gene buraya varıyoruz. Tek amaç bunu göstermek olabilir.
K: Hayat’ı hayat yapan onun en kötü, en acı taraflarıdır. İnsan ne kadar acı ve kötülük görürse o kadar yaşadığını hisseder. Toplumu toplum yapan, toplumun çektiği acılar değil midir?
V: Şüphesiz öyle… Ben biraz da imgelerden bahsetmek istiyorum. Mesela kadının doğururken acı çekmesi, ama yeni doğan çocuğuna yapılanı izlerken tebessüm etmesi… burada doğum gibi güzel bir olay, aslında acı veriyor. Sonrasında çocuğuna yapılan acı şey yaşanırken ise mutluluk gözlemliyoruz. Burada Sırbistan’a bir gönderme var.
“Bize zarar veren şeyler bizi daha fazla mutlu ediyor.”
K: Kesinlikle… Günümüzde dünyanın geldiği nokta itibariyle, filmi çekenin kafasında şöyle bir şey olabilir; dünya o kadar değişti, yabancılaştı, iyiler kötü, kötüler iyi oldu ki, bize zarar veren şeylerin farkına varamamaya başladık! Bu kapitalist dünya içinde televizyonu, medyasıyla bizi kendi içine dahil eden ve toplumsal yapımızda yer almayan o kadar şey varken bize zarar veren noktalara yuvarlanıyoruz. Bunun birer aracı ve parçası olmuşuz. Medyasından alış veriş çılgınlığına kadar bir sürü şeyin kölesi olmuşuz. Bunlar bize acı vermesi gerekirken bizler mutlu oluyoruz. Ve daha kötüsü, biz bunu istiyoruz. İnadına daha fazla harcamak ve tüketmek istiyoruz. Bize zarar veren şeyler bizi daha fazla mutlu ediyor.
V: Şöyle diyebilir miyiz? Nasıl ki insanoğlu ağlanacak haline gülüyorsa, filmdeki hamile kadın da ağlanacak haline gülüyor.
“En çirkin olan en medeni olandan çıkıyor.”
K: Evet… Filmin en iğrenç sahnesi diyebileceğimiz son sahneden bahsedecek olursak bunların tamamı toplumda yaşanan şeyler değil mi zaten! İngiltere gibi en gelişmiş toplumlarda insanlar kendi çocukları ile olabiliyor. En çirkin olan en medeni olandan çıkıyor.
V: Medeni görünenin hiç de medeni olmadığını anlıyoruz.
K: Bir de şunu düşünmek lazım. Bunu izleyenler ve sinema yapanlar olarak bizler buna nasıl bir tahammülle katlanabiliyorsak, bir de bu olaylara hayatlarında maruz kalanların içinde bulunduğu durumu düşünmek lazım. O zaman film daha da anlam kazanıyor. Böyle şeyler yok değil. Böyle şeyler var! Yaşanıyor! Bunu göstermesi açısından ve ortaya çıkarması açısından yapım başarılı… Burada sonuç bizi ne kadar rahatsız ederse etsin, Yönetmenin cesareti de alkışlanacak cinsten…
“Yorum yapsam, savunuyor olur muyum” korkumuz apaçık ortada.
V: Yoksa kınamak mı gerekir? Ahlaki değerlerimiz ve sanata bakışımız arasında kalmıyor muyuz? Kaldı ki kullanılan unsurlar, üzerine yorum yaparken bile bizi rahatsız ediyor. “Yorum yapsam, savunuyor olur muyum” korkumuz apaçık ortada.
K: Film çekilirken bir de şunu kabul etmek lazım; insan algısı hep gördüğü, yaşadığı, duyduğu, yani kısacası aklına gelebilecek tüm şeyler insanın ta kendisidir. Yazar, yönetir ve uygular. Hayatta olmayan hiç birşeyi insan tahayyül edemez. Cennet yada cehennemi tam olarak tahayyül edemeyiz. Ama bunlar dünyada var olan şeyler. Var ve insan olan şeyleri yazabilir. Bazen bazı yaratıklardan, çizgi film karakterlerinden bir korku yaratılır. Onlar hep insana benzer. Eli insan eli gibidir, gözü vardır, belki tek gözü vardır ve kafasındadır, ama hep bir insana benzer. Hiç insanı çağrıştırmayacak bambaşka bir şey yapılamaz. Yada bir hayvana benzetirler. Ama görmediğimiz ve şahit olmadığımız birşeye benzetmek mümkün değildir. Dolayısıyla yönetmeni suçlamaktan ziyade bilhassa çağdaş toplumların kendilerini sorgulaması gerekir.
V: Farkında mısın, konuşmaktan korkarken neredeyse övme noktasına geliyoruz! Bir de eklemek gerekir, yönetmen ne yaparsa yapsın çok titiz yapmış. En çirkini ortaya koymuş ve bunu en titiz şekilde yapmış. Filmin içinden değil de filmin tepesinden bakmak lazım. Filme içinden bakarsan, içindeki pislikte boğuluyorsun. Bulanık suda saydam tarafı göremiyorsun. Ama filme tepeden baktığında, suyun neden bulandığını sorguluyorsun.
K: Kesinlikle. Burada dikkat ettiğim bir husus da film içinde film çekilmesi… Kamera elinde filmi çekerken bakıyorsun karşında bir çöp yığını var. Önünde birikmiş. Elinde gelişmiş bir kameran var, açını çok iyi yakalamışsın, en iyi şekilde çekmişsin. Başka bir tarafta da güneşli bir hava, çiçekler vs var. Ama bir amatör bunu çekiyor. Burada o yönetmeni mi yoksa o çöp yığınını oluşturanı mı suçlamak lazım. Yönetmen o çöp yığınını çekmese o çöp yığını orada olmayacak mıydı? O çöp yığını zaten var. Orada var olan birşeyi çeken yönetmen, bunu aslında bizim gözümüzün içine sokuyor. “Burada böyle bir durum var” “Yaşanmışlıklar var” diyor. “Bunlar olabilir ve oluyor” diyor. Burada bir neden varsa o neden o çöp yığınını çeken değil, çöp yığınını oluşturandadır.
V: Yönetmene “Neden bu çöp yığınını çektin” diyemeyiz. Bu çöp yığını en iğrenç kokusuyla ve mide bulandırıcılığıyla ortada… Bunu bize hissettirmiş ve yaşatmış. Filmin bir hikayesi, bir derdi var. Bu da filmi sanat filmi yapar.
K: Biz de burnumuzu tıkayarak ve gözümüzü başka tarafa çevirerek, kısacası o yığını yok sayarak onu yok etmiş olmuyoruz. Salo’da da rahatsız edici bir film çektiği için Yönetmen öldürülüyor[7] ve rahatsız edici bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu film izleyenlerin anlayamaması ve bir sonuç ortaya koyamamasından kaynaklanıyor.
V: Eminim ki filmi yasaklayan ülkeler, şüphesiz filmde bahsi geçen aykırı ahlak dışı davranışların en fazla olduğu ülkelerdir.[8]
K: Bu filmin yasaklanmaması ve serbest olması, toplumda bir bozulmaya yol açar mı?
V: Açmaz demek yanlış olur. İçerdiği konu itibariyle kısmen ama konuların işleniş tarzı sebebiyle şüphesiz yasaklanması gerekir. Uçurum uçurumu çağırır. Çirkinliği hissettirmek için o çirkinliği tamamen göstermek ne kadar doğru? Tartışılır. Bunu belirtirken de son on beş-yirmi senedir kuvvetli sansür anlayışıyla boğuşan bir ülkeden böylesine radikal bir filmin adının bile “Srpski Film (Bir Sırp Filmi)” olması bir atıf gibi görünüyor. Bu da çok manidar.
Sonuç olarak; hazmı da kendisi gibi zor olan “Srpski Film” nin kimilerine göre ‘çekilmeye kalkılması’ bile suç. İnsanlar belki bu filmi izledikten sonra tabularını yıkmak yerine tabularına daha da sarılır.
[2] D.D; “Rahatsız Eden Filmler” Grubu tanıtım yazısı, http://www.sinemalar.com/grup/8420/rahatsiz-eden-filmler
[4] http://www.bournemouthecho.co.uk/news/8468460.___Disgusting_and_vile____film_can_be_shown_in_Bournemouth/
[6] http://www.nytimes.com/2011/05/15/movies/in-spain-serbian-film-raises-questions-of-artistic-license.html?_r=0