''Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Halbuki, biz sussak, tarih susmayacak."
Arkadaşı Cemal Süreyya'nın Sezai Karakoç için yaptığı bir tespitle başlayalım: "Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif'in tinsel görüntüsüyle adamakıllı bir Necip Fazıl'ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz. Türkiye'de özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukardadır. Düşüncesini de öfkesini de hemen ortaya koyar... yaşama konumu olarak tek ve benzersiz."
Bir ikinci yorum da Ece Ayhan'dan: "Sezai Karakoç mülkiyeyi bitirmiş ama mülkiyetle bir ilinti kuramamıştır. Karakoç'un ıssızlığından ve yalnızlığından yakındığını bu güne dek duymadım. Kiralık bir evi bile yoktur."
1933'te Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde başlayan sürgün hayatı bugün 77 yaşında devam eden Sezai Karakoç'un yaşamı için bu kavramı bilerek kullanıyorum. Zira (hem "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" adlı şiiri hem de) üstadın fikir evreninde Mevlana, Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Yunus Emre gibi katkısı büyük abide şahsiyetlerin dünyayı yorumlama şekli buna müsait. Ki bu saydığımız isimlerin hepsinde dünya hayatı, ilahî aşkın ve ebedî huzurun yanında kötülenmeyi hak edecek nispette değersizdir. Ayrıca üstada göre Mevlana, Gazalî ve İbn-i Arabî İslam düşüncesinin üçlü sacayağını oluşturur. Üstadın "Yitik Cennet" adlı eseri için "Füsusu'l-Hikem'in küçük bir özeti" yorumu yapılması boşuna değildir.
Güller Ülkesinin Şairi
Sezai Karakoç (20. yüzyılın en güzel aşk şiiri) Mona Roza'yı yazdığında henüz 19 yaşında, Mülkiye öğrencisidir. Bu şiir, kadim geleneğin biricik simgesi olan ama şiirimizde artık kullanılmayan bir kavramı yeniden kazandırır Türk şiirine: GÜL
Mona Rosa
Monna Rosa, siyah güller, ak güller
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa siyah güller, ak güller!
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçegini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi,
Ellerin, ellerin ve parmakların.
Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben bir deliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek..
Zaman ne de çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman ne de çabuk geçiyor Monna
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçenin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kimisi sarı.
Ah! beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...
Ki ben, Monna Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben Monna Rosa bulurum seni.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım sığmaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun soyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artik inan bana muhacir kızı.
Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne
Altın bilezikler o korkulu ten!
Monna Rosa, siyah güller, ak güller
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa siyah güller, ak güller!
Üstadın, (Mona Roza, Pişmanlık ve Çileler, Ölüm ve Çerçeveler, Ve Mona Roza başlıklı) dört bölümden oluşan ve ilk bölümünü yayınladığımız bu şiiri yarım asırlık bir efsaneyi de beraberinde taşır. Üniversite yıllarında aşık olduğu bir kız için bu şiiri yazdığı ve büyük bir aşk yaşadığı rivayetini Karakoç her seferinde reddeder. Hatta 1998 yılında Mona Roza ismiyle şiir kitabını çıkardığında şiirin bazı yerlerini değiştirmesi edebiyat dünyasında yeni bir tartışma başlatmış ve "Artık kamuya mal olmuş bir şiiri üzerinde şair değişiklik yapabilir mi?" sorusu aylarca edebiyat sohbetlerine konu olmuştur. Gerçi Necip Fazıl'ın hidayeti sonrası ilk dönem bazı şiirlerini reddetmesi de bir zamanlar ciddî münakaşalara yol açmıştı. Üstadın, Necip Fazıl'ın hiç terk etmeyen dostu olduğunu düşünürsek bu cesaretini anlamakta zorlanmayız. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum: Bazı şiirler şairiyle özdeşleşir ve artık şairin adını andığınızda ilk akla gelen şiir olur. Edip Cansever deyince Masa da Masaymış Ha, Necip Fazıl deyince Kaldırımlar, Cahit Zarifoğlu deyince Yedi Güzel Adam, Edgar Allan Poe deyince Annabel Lee, Atilla İlhan deyince Ben Sana Mecburum, Ahmet Arif deyince Hasretinden Prangalar Eskittim şiirinin akla gelmesi gibi. Aslında bu, popüler şiir antolojilerinin bize dayattığı bir kültürdür ve Karakoç'un hiç sevmediği şiir akşamları gerçek şiire ne kadar zarar veriyorsa, ticarî amaçlı antolojilerin de aynı kertede menfî sonuçlar doğurduğu kanısındayım. Karakoç, çok daha önemsediği eserleri ve şiirleri varken aşk şairi ve Mona Roza efsanesinin kahramanı olarak anılmaktan rahatsızlık duymuş ve bu yüzden neredeyse yarım asır şiir kitaplarına almadığı bu şiiri en nihayet yayınladığında da efsane gibi ağızdan ağza dolaşan Mona Roza mitine son vermek için üzerinde değişiklik yapmıştır. Hatta en son CINE5'te yayınlanan Sezai Karakoç belgeselinde Mona Roza konusu işlenirken "birçok efsane varsa da bunların gerçekle alakası yoktur" yorumunun da üstadın isteğiyle yapıldığı kanaatindeyim. Konunun bir başka boyutu da, Mona Roza'nın bir aşk ürünü olup olmadığının Sezai Karakoç'un mahremi olmasıdır. Hiç kimse, mabedine başka bir insanın girmesini istemez ki, biz ona saygı duymak zorundayız.
Şair Kendine Yeten Adamdır
Benim için Sezai Karakoç, Masal şiirindeki Doğu'nun Yedinci Oğlu'dur. Bir babanın (Batı gelmeden önce) Batıya giden altı oğlunun yok olmasından sonra, Doğunun ruhunu işgal ederek ayakta durmaya çalışan Batı Medeniyetinin bütün ihtişamına rağmen, onu bütün yönleriyle kavrayan ve diyalektiğini sezen, gücü karşısında boyun eğmektense onurlu bir ölümü tercih eden, güce değil hakikate inanan, kendi kendisi olabilen, kendine yetebilen, kendinden memnun olabilen asil bir ruhtur Doğunun Yedinci Oğlu. Üstadın şiir poetikasında bile bu bilge tavrı görmek mümkündür. Pergünt Üçgeni diye bir tanımı vardır Sezai Karakoç'un. Şairin genel çizgilerini, pergünt üçgeni dediği üç ilkeyle anlatır. Peer Gynt, Norveçli yazar Henrik IBSEN (1828 -1906)'in en ünlü oyunlarından biridir. Karakoç, Pergünt'ün, hayatında bu ilkeleri yaşadığını belirtir ve bu ilkeleri şiire tatbik eder:
"Şair, Kendi Kendisi Olmalı: "Şairin kendi kendisi olabilmesinin biricik yolu, değişmek, başkalaşmaktır.
Şair, Kendine Yetmeli: "Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yâni fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli.
Şair, Kendinden Memnun Olmalı: "Eser´in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı, onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. "Beni andırıyor, ah, beni o" demeli."
Terk etmeyen Dost
Sezai Karakoç'ta Batı karşısında yenilmiş, taklit yolunu seçerek ancak bu şekilde yaşayabileceğine inanmış, yenilgisini kendi geçmişine bağlayan ve bağlarından kopararak yeni bir insan yaratmayı düşünmüş bir zihniyete rastlayamazsınız. O terk etmeyen dosttur ve tüm bedellerini ödeyerek Cemal Süreyya'nın da belirttiği gibi yerini korumayı bilmiş, hiçbir siyasî partiye sırtını yaslamamış, hiçbir ideolojiye angaje olmamış, tek başına bir fikir dünyası oluşturmuş ve menzilini hep korumuştur. "Diriliş Hareketi, inancımızı olanca gerçekliği ve saflığıyla korumak, ahlâkımızı en yüksek seviyede diriltmek, medeniyetimizi bir daha sarsılamayacak bir sağlamlıkla canlandırmak, yazımızı, takvimimizi, şehirlerimizi, maddî ve manevi bütün gücümüzü uyandırmak, saldırıları geri çevirmek, etkisiz kılmak, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı güvence altına almak, kısacası ruhumuzun ve onun tüm tesir, iz ve eser bütününü esenliğe eriştirmek ve bu ideali gerçekleştirecek nesli, gençlik kuşağını yetiştirmek davasıdır."
Sezai Karakoç söz konusu olduğunda, Necip Fazıl ve Büyük Doğu Dergisi, Nurettin Topçu ve Hareket Dergisi, Nuri Pakdil ve Edebiyat Dergisi, Cahit Zarifoğlu ve Mavera Dergisi, İslamcı camianın konuşulan diğer şiir ve edebiyat anlayışlarıdır. Bu anlayışlar içinde, hem şahsı, hem fikirleri hem de dergisiyle tartışılmayan ve her kesimin beğenisini kazanan tek isim Sezai Karakoç'tur. Hem edebî duruşu, hem şiiri, hem medeniyet tasavvuru, hem siyasî fikirleriyle tertemiz bir sayfa bırakmıştır düşünce hayatımızda. Bu anlamda yeri başkadır ve hepimizin gönlünde taht kurmayı başarmıştır. Gül kavramının yeniden dirilişi Türk okurunu yıllarca sırtını döndüğü Baki, Nef'î, Nedim, Şeyh Galip gibi üstadlarımızın bahçesini süslediği Divan Edebiyatıyla yeniden tanıştırmış, Mevlana, Yunus Emre, Feridüddin-i Attar gibi Tasavvuf edebiyatımızın anıt şairleri kaybolan değerler olmaya yüz tutmuşken, yeniden ihya olmuş ve Müslüman Türk insanına geçmişiyle bağlarını hatırlatmıştır.
Masal
Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları batıya vardı
Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağın rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı
İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları aci ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu
Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya
Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan
Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda
Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadı
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara
Baba ölmüştü acısından bu ara
Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar
Ve Sen Şairsin; Kelimeler Ülkesindeki Bilge
60'lı yıllardan itibaren ülkemizde kendini gösteren sol akımların cereyanına kapılan Müslüman gençleri komplekslerinden, utançlarından şiir, edebiyat ve düşünce yazılarıyla kurtarmakta en az Necip Fazıl kadar gayreti olan Sezai Karakoç, İslamî hassasiyetlerle şiir yazan bir şair olmasına rağmen her kesimin ilgisini çekecek kadar güçlü bir şiir yazmış, İkinci Yeni grubunun içinde yer almasına karşın kendine ait bir ekol oluşturmayı da başarmıştır. Kendisinden dinleyelim: "Sanat tutumum, genel dünya görüşümün bir bölümünden başka bir şey değildir. Onu bir sesin, yeni bir sesin sırtına yüklemekten ibarettir. Benim şiirim, aşk, hürriyet, yaşayış ve ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espiriyi, irrasyonele ve absürde bulanmış MUTLAK'ı zapt etmektir... ses ve biçim, motifler ve imajlarda, başlangıçta çok yakın olduğumuz şair arkadaşlardan gittikçe, o biçimi dolduran ve o sesi fırlatan varoluşu idrak farkı yüzünden ayrılıyorum."
Modern dünya ile herkesin verdiği mücadeleyi daha sağlam, daha dayanıklı bir donanımla sergileyen üstad adeta "çağlar ötesinden seslenen bilge" gibi geleneğin yeniden ve yepyeni bir şekilde dirilişini arzulamış ve bunu eserlerinde başarmıştır. Üstadın bir sanat eserinde bulunması gereken özelliklerle ilgili tespitleri bunu rahatça ifade eder. Karakoç'a göre bir sanat eseri; "İnsanı değiştirmeli, çarpıp büyülemeli, öz'de iç realiteye, sanatçının içinden kopup gelen gerçekliğe, teferruatta da dış realiteye uymalıdır. Dış dünyayı, yaşadığımız hayatı olduğu gibi aktarmamalıdır. Yaratılanın değil, yaratış'ın taklidi olmalıdır. Ne hissin, ne de fikrin baskısı altında bulunmalıdır. Ne toplum için ne de kendi için, gerçek bir sanatkar için ortaya konmalıdır. Hakikat özü taşımalıdır. İnsanın kalbiyle yakından ilgili olmalıdır. İnsanın tarihi ve sosyal karakteriyle de ilgilenmelidir. Fazlalık ve eksiklikten uzak bulunmalıdır. Eleştiri sınavını başarıyla vermelidir. Okuru, kendine baktırabilmelidir."
Ben Kandan Elbise Giydim, Hiç Değiştirsinler İstemezdim
Sezai Karakoç'u yalnızca İslam geleneğinin iyi bir temsilcisi olarak değil, yaşadığı çağı iyi okuyan ve gelecekte bizi bekleyen tehlikelere de işaret eden bir düşünce adamı niteliğiyle de zikredebiliriz. Özellikle Balkon, Hızırla Kırk Saat gibi şiirleriyle modern dünyanın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne sermiştir. Eserlerinde sıkça zikrettiği Dicle-Fırat medeniyeti iddiasıyla da Türkiye'nin coğrafi bağlarına ve yeniden büyük dirilişin yol haritasına dikkatleri çekmiş, Ötesini Söylemeyeceğim, Ey Yahudi, Alınyazısı Saati gibi şiirleriyle İslam dünyasının sorunlarını şairane bir dille gündeme getirmiştir. 1990 yılından bu yana yaptığı Diriliş konuşmalarıyla Türkiye ve dünya meseleleriyle ilgili fikirlerini ortaya koymuş, bu konuşmalarını kitaplaştırarak okuyucusunun hizmetine sunmuştur.
1990-2000 arası üniversite gençliği için Sezai Karakoç, mitolojik bir kahramandır. Kimseyle görüşmeyen, şiir programlarına katılmayan, röportaj vermeyen, fotoğraf çektirmeyen, yüzünü bile görmediğimiz ama sanki her birimizin içinde yaşayan bir ilahî ses gibidir. "Ben Kandan Elbise Giydim, Hiç Değiştirsinler İstemezdim" şiirinde şahit tuttuğu bütün İstanbul'a ölümün güzelliğini anlatmıştır. 2006 yılında Kültür Bakanlığı özel ödülüne layık görüldüğünde tören istemeyen, ödül parasını almayıp bağışlayan üstad, evlâd-ı arifânın bugün de yaşadığını gösterir bize.
Bu Ülkenin İsimsiz Kahramanlarına!
Bu ülkede Sezai Karakoç'la tanışan her gencin ona bu büyük şairi tanıtan bir isimsiz kahramanı vardır; benimki de değerli büyüğüm Ekrem Anaç'tır. Bana ısrarla Sezai Karakoç'un "İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü" kitabını tavsiye ettiği günleri şimdi hatırlıyorum da, bu ülkeyi isimsiz kahramanların ayakta tuttuğuna olan inancım daha da artıyor. Ben üstadın "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" adlı şiirini Ekrem Anaç kadar içten ve güzel okuyan ikinci bir isme şahit olamadım. Eğer bu ülke birgün beni yazar olarak anarsa bilsin ki bu ateşi yakan kişi Ekrem Anaç'tır.
Tabi ki Ekrem Anaç, üniversite ikinci sınıfta okuyan ve zavallı şehir insanıyla yeni yeni tanışarak yolunu bulmaya çalışan taşralı bir gence sadece bir kitap ve bir yazar tavsiye etmedi. Üstadın yanı sıra Nurettin Topçu'nun İsyan Ahlakı, Cahit Zarifoğlu'nun Yaşamak, Rasim Özdenören'in Müslümanca Yaşamak Üzerine Denemeler, Mustafa Kutlu'nun Yoksulluk İçimizde eserleriyle başlayan okuma serüvenimde Ekrem Anaç'ın rolü büyük. Onun şahsında bu ülkenin isimsiz kahramanlarını saygıyla anıyorum.
SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE - IV
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir toz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Şuna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Yıllar geçti sapan olumsuz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da
Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
sevgili
Meraklısına,
Sezai Karakoç biyografisi
Sezai Karakoç, 1933 yılında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde dünyaya gelir. Babası Yasin Efendi'nin koyduğu isim Muhammed Sezai'dir. Nüfus kayıtlarında Ahmet Sezai olarak geçer. Dedeleri, Ergani ve yöresinde oldukça etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi, Plevne savaşına katılmış; Gazi Osman Paşa'nın takdirini kazanmıştır. Aile Leventoğulları olarak anılır.
Şairin çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçer. Altı yaşında ilkokula başlar ve 1944'te Ergani'de ilkokulu tamamlar. Maraş ortaokuluna parasız yatılı öğrenci olarak kayıt yaptırır.1947 de burayı bitirerek Gaziantep'te yine parasız yatılı lise öğrenimine başlar. Gaziantep lisesinden 1950'de mezun olur. Felsefe okumak istediği için İstanbul'a gider. Fakat babasının arzusu ilahiyat fakültesidir. Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girer. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Eğer sınavı kazanmazsa felsefe eğitimi yapacaktır.
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini, 1955'te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamlar. Pek çok resmi görevde bulunur. Görevi icabı Anadolu'yu çok gezer ve birçok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur. 1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini yerine getirdikten sonra görevine kaldığı yerden devam eder. 1965'ten 1973'e kadar birçok kez istifa eder. 1973'ten bu yana da hiçbir resmi görev almaz.
Kurucusu bulunduğu 'Diriliş Yayınları' ve 'Diriliş Dergisi' ile İstanbul'da hizmete devam eder. 1990 yılında 'Güller Açan Gül Ağacı' Amblemiyle Diriliş Partisini (DİRİ-P) kurar. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürütür. Ancak 1997'de iki genel seçime girmedi gerekçesiyle parti kapatılır.
Devlet, millet ve medeniyet kavramlarına farklı boyutlarda anlam yükleyen Sezai Karakoç'un kırk-bir yıllık 'Diriliş' doktrini etrafında düşünsel alanda bir Diriliş Nesli oluşur.
Şiir, sanat ve düşünce ile yüklü hayatına, çilesine, duygu ve duyarlıklarına değinmek çok da kolay değil. Bunun için büyük bir çalışma gerekir. Kısaca, 'şiir üslubu bakımından, az çok İkinci Yeni'ye yakın sayılsa da, şiirinde işlediği temalar, inandığı değerler bakımından şiirimizde yeni ve değişik bir sestir' demek mümkün.
Şiir Kitapları:
Körfez (1959), Şahdamar (1962), Hızır'la Kırk Saat (1967), Sesler (1968), Taha'nın Kitabı (1968), Kıyamet Asisi (1968), Mağara ve Işık (düzyazı şiirler, 1969), Gül Muştusu (1969), Zamana Adanmış Sözler (1970), Ayinler (1977), Leyla ile Mecnun (1981), Ateş Dansı (1987)...