BİR REKLAM

.

 

Annem söyleyince kaytarır, babam isteyince güle oynaya giderdim işin başına. 

 

 

 

Bizim çocukluğumuz yün çorapla geçti. Soğuk, yağışlı ve karlı Karadeniz’in dağlarında soğuktan en büyük korunma imkânımız işte bu yün çoraplardı. Annem ve babam çok iyi yün çorap örerlerdi. Aslında bizim köyde çoğunlukla yün çorap ve kazak örme işini köylü bilirdi.  Koyun yününden yapılırdı yün çorap. Koyunların yünleri kırkıldıktan sonra çorap yapılacak olan yünler temiz bir şekilde yıkanır ve kurutulurdu. Kurutulduktan sonra tarak denilen yün tarama tahtasının üstündeki sivri çivilerde taranır, pamuk gibi yumuşak hale getirilirdi. Yumuşak yünler eğirilir ve iplik haline getirilirdi. Yumak yapılan yün iplikten çorap örülürdü. Bazısı tek kat, bazısı da sıcak olsun diye çift kat örerdi. Çorabın ağzı lastik ya da iplikle sağlamlaştırılırdı. İplik lastikten daha sağlam tutardı. Kimi düz örer, kimi çorabın ortasında veya tamamında saç örgü yapar, kimi de kumaş boyasıyla ipleri boyar, renkli ve desenli yapardı. Naylon çorap yoktu. Hepimiz yün çorap giyerdik. Soğuktan korunmak için. Zaten giydiğimiz lastik, soğuktan korumazdı. Bu yüzden kalın giyinmek zorundaydık.

 

Mesela pantolonun altına giydiğimiz forotikodan (tire bezine benzer) yapılma uzun atlet, külotlarımız vardı. Onları giyerdik. Yukardan kalın bezlerden yapılmış gömlek varsa onun üzerine kazak, onun üzerine de ceket giyerdik. Yapabilenler yünden yapılmış kalın külotlu pantolon, yukardan yine yünden yapılmış kalın hırka giyerlerdi. Bu külotlu pantolon dediğimiz pantolon türünün bir benzerini bugün bazı halk oyunları ekiplerinde görüyorum. Belden aşağıya geniş giden bu pantolonda, diz hizasından itibaren daralma başlar, aşağıya doğu gittikçe daralır. Dizden aşağı kenarda düğmeleri olur. Altına külotlu pantolonu, üstüne de yün hırkayı giydin mi, karın üstünde yuvarlansan bile üşümezdin. Külotlu pantolon ve yün hırka ancak tezgah varsa yapılırdı. Bizim köyde bu tezgahtan yoktu. Yaptırmak isteyenler başka köye gidip yaptırırdı. Her terzinin dikebileceği elbiseler değildi bunlar. Babam Deveci lakaplı bir terziye yaptırmıştı kendi hırkasını ve pantolonunu. Köyde birkaç terzi vardı aslında. “Niye bu adama yaptırdın?” diye sorduğumda, “Ancak o dikebiliyor.” demişti. Koyunları otlatmaya gitmemi istediğinde babama, “Pantolonla hırkanı verirsen giderim.” diye şart koşardım. Aslında bana büyük gelirlerdi ama heves etmiştim bir kere, katlayıp giyerdim. Zamanla babam da alıştı bu duruma. Çobanlık yapmamı istediği zaman, “Haviz, koyunları beklemeye git hadi” derdi, “pantolonla hırkayı da al, giy.”

 

 

Babam adam yönlendirmeyi bilirdi. Öyle bir yapardı ki, çaktırmadan, zorlamadan söylerdi. Bir anda onun dediği şeyi yapma isteği duyardın. Annem öyle değildi, despottu bu konuda. Höt diye bağırır, diyeceğini dümdüz söylerdi. Annem söyleyince kaytarır, babam isteyince güle oynaya giderdim işin başına. “Ola böyle yapma” derdi babam anneme, “böyle yaparsan iş yapmazlar. Biraz kurnaz ol.”

“Niye yapmayacaklar!” diye çıkışırdı annem, “Mecburdurlar. Yapacaklar tabi.”

Annem babama, babam anneme “Ola” diye seslenirdi. Bu genel bir hitap şekliydi. Köyde bütün karı kocalar böyle hitap ederdi birbirine.

Annem bir gün bana “Hadi kalk haviz, tarlaya gideceğiz.” dedi, “mısır diplerini çapa yapmaya.” Çisimo derdik bu yapılan işe.

“Anne ben yapamam, beceremem.” diye cevap verdim. “Sonra olmaz, kızarsın.”

“Neden beceremeyecekmişsin!” diye kızdı, “Yemeyi biliyorsun, bunu da yapacaksın. Kalk hadi, çabuk!”

Zorla götürdü beni tarlaya. Hem bilmediğim için, hem de gönülsüz olduğum için, çapa yaptığım yerlerdeki mısır fidelerini diplerinden kazmayla koparıp tekrar dikiyordum. Herkesten de hızlı çalışıyordum. Böyle devam ettik. Kuşluk vaktine kadar. Tam yemeğe giderken annem döndü, yaptığımız yere baktı.

“Bak, yapamam dedin, ne güzel oldu! Nasıl yapamam diyordun! Gayet güzel olmuş.”

Bu arada rahmetli babam benim yaptığım işin farkındaydı. Babam dedi ki, “Güzel oldu ama güneş vurduğu zaman belli eder.” Annem de dedi ki;

“Ne belli edecek? Böyle devam, iyi olmuş işte.”

Yemeği yedik, tekrar tarlaya gittik. Öğlen vakti yaklaştı, güneş tarlanın her tarafını kapladı. Mısır fideleri sıcak güneşi görünce herkesin yaptığı yer canlı, benim yaptığım yerde yapraklar boynunu bükmeye başladı. O arada şöyle bir dinlenmek için oturduk ve bayır aşağı, yaptığımız yere doğru yüzümüzü döndük.

Herkes yaptığı yere baktı fakat ben yaptığım yere hiç bakmıyorum çünkü sonunun ne olacağını biliyorum. Annem bir baktı, benim yaptığım yerin yaprakları boynunu bükmüştü.

“Ulan, sen bunu nasıl yaptın?” diye bağırdı. Babam oradan “Ben demedim mi güneş vurunca belli eder diye.” diye seslendi. Annem kazmayı kaptığı gibi peşime düştü.

“Git, bir daha buralara uğrama.”

Tarladan kovulmanın sevinciyle kazmayı bıraktığım gibi köye doğru gittim, akşama kadar eve gelmedim.

Ertesi günü anneme dedim ki, “Anne! Ben de tarlaya geleyim mi?” Yoklama yapıyorum kendimce.

Eline bir sopa geçirdi, “Git” diye bağırdı, “bir daha tarlaya girmeyeceksin.”

Bir daha tarlaya girmedim.

Zaten benim de arayıp bulamadığım şeydi. Çalışmak istemiyordum, onun için bir bahane bulsalar da beni tarladan kovsalar diye hep içimden geçiyordu ve en sonunda oldu, kovuldum. Tarladan kovuldum ama evden kovulmadım, akşam oldu, eve geldim, yattık. Sabah olunca babam beni yanına çağırdı, “Bak oğlum” dedi, “tarlaya gidelim, bir kaç kişi de gelecek. Bugün bu tarla işini bitirelim, sen de rahat et biz de rahat edelim, ondan sonra serbestsin, oldu mu?” “Tamam baba” dedim. Tembih etti bana “Dünkü gibi yapma”, ona da, “tamam” dedim. Çünkü babam adam çalıştırmasını çok iyi bilirdi. Tarla bitti bitmesine fakat olan anneme oldu, benim bir gün evvel yaptığım yere tekrar yeni mısır fidesi dikecekti çünkü benim yaptığım yerin mısır fideleri kurudu. O fideler yeşerecek, büyüyecek ve biz o mısırlardan ekmek yapacaktık.

 

 

Tarladan toplanan mısırları eve götürürdük. Mısırların üstündeki kabukları soyduktan sonra kuruturduk. Kuruttuktan sonra ufalardık. Eğer ufalanan mısırlar tamamen kurumuşlarsa derenin kenarındaki su değirmenine götürüp öğüterek un yapardık. Köyümüzün 8-10 tane su değirmeni vardı. Eskiden kalmaydı bu değirmenler. Hatırlarım, babaannem gençliğinde bu değirmenlerin olduğunu söylerdi. Ara sıra bozulan değirmenleri köyün hayır sahipleri yapar veya yaptırırdı. Biz genelde 3 değirmene giderdik evimize yakın oldukları için. Devalinin değirmeni, Bostanların değirmeni ve Çarambulasın değirmeni. Değirmenlerin ismi yakın oldukları evlere göre verilirdi. Değirmen doluysa sıranın sana gelmesini beklersin. Sıra gece yarısı da gelebilir, iki saat sonra da. Bazen gece değirmende nöbet tuttuğum olurdu. Fakat iyi hatırlıyorum, kimse kimsenin sırasına saygısızlık etmezdi. Hatta sen yoksan bile senin mısırını değirmene koyup gelip sana haber verirlerdi. Biz de başkası için yapardık. Unları değirmenden alıp eve götürdükten sonra hamur yapardık. Mısır unu hamurunda bulunan un, su ve tuzu karıştırarak hamur yapardık. Altı üstü iyicene kızdırılan çamurdan yapılmış pilekinin içine hamuru koyar ve üzerini saçla kapatırdık. Saçın üzerine küllerle karışık köz koyar, bu şekilde yaptıktan sonra pişirmeğe bırakırdık. Üstündeki közler sönünceye kadar bekler, ondan sonra üzerindeki saçı alır ve içindeki ekmeği çıkarırdık. Benim çocukluğumda ve benden önceki babalarımızın, dedelerimizin zamanlarında Of, Çaykara, Dernekpazarı ilçelerinde ve köylerinde mısır ekmeği milli ekmeğimizdi. O zamanlar mısır ekmeği yemeden yapamazdık çünkü küçükten ona alıştık. Daha doğrusu buğday ekmeğini bulamazdık. Bulsak da her zaman alamazdık. Şimdi birçoğumuz yaşlılıktan, mide ağrısından mısır ekmeğini yiyemiyoruz. İstiyoruz ama yiyemiyoruz!...