“Ben eski ben, şehir eski şehir olacak mı bilmeden...
Büyük bir tren kazası oldu. Şehir içi bir metro hattı mı havaya uçuruldu yoksa şehirler arası tren miydi tam hatırlamıyorum...
Birden gözümü açtığımda şehir, çığlık çığlığa yanıyordu. Bir yanda alevler, suyun üzerinde can çekişen insanlar... Binaların üzerlerine inip çıkan helikopterler, gece karanlık, içim karanlık, iliklerime kadar hissettiğim koca bir gerçeklik siyah bir sis bulutu olmuş gırtlağıma çöküyor adeta. Kıyametimizden bir sahne gibi her şey.
Kazazedelerden biri miydim, yoksa olay yerinden öylesine geçen bir vatandaş mı? İnanın bunu ben de hatırlamıyorum. Öyle bir felaket; öyle bir terör ve dehşet ki bu, zamansal ve mekânsal farklılıkların ötesine geçmiş, adeta bir rüyadasın... Günlerin farkında değilsin, şehrin farkında değil. Sadece sular; denize aitmiş gibi kıyılar ve kıyılarda çığlık çığlığa bir yakarış…
Evet, sanırım en doğrusu bu, uykulu bir haldeyim. Ama nasıl bir uyku! Hani uykudan kalkarsın ama bir yanın aklın bedenin uyumaya devam eder ya, işte öyle bir haldeyim. Öyle bir haldeyim, öyle bir bedendeyim ki; ruh bana ait, idrak ve akıl bana ait ama ben sebebini bilmediğim başka bir yerdeyim, hatta başka bir zamanda, başka bir mekânda... Hani birisi gelse ve kulağıma fısıldasa “öldün oğlum sen” dese, inanacak boyuttayım.
Uyandım... Ansızın, eski model bir televizyonun açık olduğu, konuşmaların geldiği bir odaya girdim. Ansızın diyorum çünkü o ara kopmuş bağlamından hatırlamıyorum. Ruh gibi uçuyorum sanki anlayacağınız.
Her neyse; kanepe desem değil; bu eski usul, kanepelere nazaran biraz yüksekçe bir divanda dayım ve babamın oturmuş; sohbet ettiklerini ve hararetli bir şekilde yorumlarda bulunduklarını görüyorum. Divandaki diğer kişiyi seçemiyorum. Belki abim, belki kız kardeşim. Ama eşim değil! Çünkü zaman henüz evli olmadığım hissiyatına sokmuş beni, eş gibi bir kavram yok fikriyatımda. Günlerden hangi gün, hangi yıl, mekân neresi, kimin evi, hangi şehir diye sorsanız cevap veremem gün uykusundan yeni uyanmış bu mahmurluğumla... Ama mevcut zaman ve mekânın çok bariz gerisindeyim hissiyat olarak.
- Ne oldu dayı? Nedir bu telaş?
- Çok büyük bir facia oldu! Trenler, vagonlar havaya uçmuş! Çok sayıda ölü ve yaralı var!
“Hayır! Olamaz! kâbus bu!” diye söylenerek dayımın hemen yanında oturan babamın yanına iliştim. Bir negatiflik, bir karamsarlık hâkim havada…
- Benzer bir saldırı geçenlerde St. Petersburg’da olmamış mıydı?
- Evet orada bir metroya saldırı oldu ama bu çok başka, dedi babam.
“Suriye’deki savaşa yönelik hamleler veya orada yaşananlara dikkat çekmek amaçlı bazı devletlerin dahli olmasın bu işte!” diye gayri ihtiyari sanki beterinden korkarcasına sorar oldum ki; gözlerim karardı... Gecenin karanlığında bir sahil şeridinde yürürken buldum kendimi.
Biraz önce yaşadıklarımız ve konuştuklarımızın hayal olmasının rahatlığı çok da uzun sürmedi. Dehşetin inanılmaz çığlığıyla irkildim ve hemen öncesinde birinin tokat attığını anımsadım sadece.
Panik halinde hızlı adımlarla olay yerinden uzaklaşmaya çalışıyorum. Bayağı uzun bir süre yürüdükten sonra tüm topluma yayılmış bir virüsün ne kadar uzaklaşsam da beni takip ettiği hissine kapılıyorum. Terörün yıldırıcılığının sınır tanımadığı, ülke, din, milliyet farkı gözetmediği, terörün renginin olmadığı bir zamandan gecenin karanlığına düşmüş, kelimenin Latince kökenine de mündemiç olan korkudan titreme haleti ruhiyesine bürünmüştüm.
Belirli bir süre yürüdükten sonra acı çığlıkların sona erdiğini fakat iç sıkıntımın olanca varlığıyla devam ettiğini gördüm. Sonra yollarda belli aralıklarla insanların arasında devriye gezen karanlık kılıklı, karanlık bakışlı insanları gördüm.
Televizyon ve internetten hâkimdim bu tiplere… Kaldı ki; sözde bayraklarına benzeyen siyah üzerine beyaz yazılı armaları hemen dikkatimi çekti.
Dikkat çekmemek için bazılarına elimi göğsüme götürerek kalben selam veriyor; bazılarına ise birkaç günlük kirli sakalımın da özgüveniyle, gayri ihtiyari “sizdenim” dermişçesine “es selamünaleyküm” diye uzun uzun selam veriyordum. Siz buna Allah’ın selamının en iyi şekilde verme çabası mı dersiniz, yoksa IŞİD korkusu mu bilemem. Onlar görmesin ama ben korktuğumu itiraf etmeliyim. Bizi hayatta tutan en önemli duygu meğerse korkularımızmış; şimdi daha iyi anlıyorum.
Yürüdüm yürüdüm, önüme çıkan her İŞİD’liye selam verdim. Ama bir yere varma durumundan ziyade kendimi bir yerde bulma durumuyla karşı karşıya kaldım. O loş ışıklı eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorken birden kendimi kapının önünde bir İŞİD mensubu ile konuşurken buluyorum. Beni uğurlamak üzere… İçimde tarifi zor bir kabullenmişlik! ve rahatlama var.
Kapının önündeki dar boşluktan şöyle arkamızdaki farklı odalara açılan kapalı kapılara bakıyorum. Arkasında ne olduğunu hiç bilmediğim beni ürküten kapılar. Kapalı kapılardan oldum olası korkmuşumdur; bir de kapalı kapılar ardında konuşulanlardan…
Benimse şimdi önümde dışarıya açılan bir kapı vardı. O daireden çıkıp gidecektim ama kurtulacak mıydım? Ben eski ben, şehir eski şehir olacak mı bilmeden, orada bir zaman genişlemesi yaşarcasına sorular, beynimi kemiren sorular, gitmeler ve gelmeler arasında ayaklarımın üzerinde ama beynimin içinde dolanıyordum.
Bana güzel Türkçesiyle;
- “Kardeşim” dedi.
- “İnşallah 20 Osmanlı altınınızı almak için yarın sizi ziyaret ediyoruz…”
Onaylarcasına istem dışı bir bakış attıktan sonra, onlar gelmeden eve çeki düzen mi versem, filmlerimi, duvardaki uygunsuz görülebilecek resimlerimi kanepenin altına mı kaldırsam diye kafamda sorular yine dörtnala koşturdu.
İtiraf etmeliyim ki hemen toparlanıp, çoluğu çocuğu alıp kaçmayı bile düşündüm ama sanki her yeri sarmışlar ve onların dünyasını yaşamaya mahkûm olmuşçasına nefesimin kesildiği bir ümitsizliğe kapılırken dairenin dışarı açılan kapısı açıldı.
Kapı açılmasıyla benim de gözlerim açıldı ve kâbus gibi bir rüyadan uyandım. Saate baktım. Sabah 10:55... Öğlen olmuş neredeyse… Ankara Yenimahalle’deki evimdeydim. Zaman ve mekân şimdi vücut bulmuştu. Ruhum da bedenimdeydi artık. İçimden ilk dediğim söz: “Allah devletimize zeval vermesin” oldu. Güven ve huzurun teminatı laik cumhuriyet için şükrettim.
10.55’te uyandım ve tahmini birkaç dakikalık bir süre zarfında rüya içinde rüyalar gördüm. Rüyalar saçma olur ama bir o kadar gerçek; bir o kadar gerçek üstü! Salvador Dali’nin rüyalarını hemen akabinde resmetmesi gibi ben de bu rüyayı unutmadan hemen yazmalıydım… Zaman bile kaybetmedim… Daha 5 dakika geçmedi… Saat 11.00 ve bilgisayarımın başındayım; şimdi yazabilirim…
(Yazı için başa dönünüz…)
Rüyalar çok ilginç değil mi? Okuduklarımızdan gördüklerimizden, tecrübelerimizden endişelerimizden izler taşır, anlamsız birleşimler yapar.
Bugün 9 Nisan Pazar, yıl 2017… İçimizdeki kötülüklerden uzaklaşıp, zihnimizi özgürleştirmek için şöyle dairenin kapısından dışarı çıksak, aydınlığın ve güneşin tadını çıkarsak hiç de fena olmaz.
Ne dersiniz?