Babam, o günü hiç unutmadı.
Hayatı boyunca hiçbir zaman önemli biri olmadı. Olmak istedi mi, kesin bir şey söyleyemem. Ama o gün yaşadıkları içine oturdu. Gizli bir yara gibi kanadı durdu. “Sen iyi bir hayat yaşadın baba, seninle hep gurur duydum ben.” derdim ölmeden önce. Utanır, mahcup bir gülümseme yüzünü kaplar, mağrur bir ifadeyle arabanın camından dışarı bakardı.
Yine de ruhunun bir yerlerinde gizlenen o acıyı söküp atamazdım içinden.
Ne vakit bu hatırasını anlatacak olsa, mutlaka bir sigara yakardı. Hikâye bitmeden sigara biterse, yenisini yakardı hemen.
Ortaokul ikinci sınıftaydım. İlçemizde ilk kez bir Kur’ân kursu inşaatı başlamıştı. Yardımlar toplanmış, el birliğiyle sona gelinmişti. Herkes heyecanlıydı.
O gün başına gelecekleri önceden hissetmiş gibiydi babam. Annemin demesiyle evden içinde bir huzursuzlukla çıktı. Takmaktan hoşlanmadığı kravatı, o gün boğazını daha çok sıkıyordu sanki. Pek bi oflayıp pufladı nedensiz. Nedensiz hüzünleri vardı babamın…
İlçe müftüsü Eyüp Bey, cami görevlileriyle aylık rutin toplantısını yapıyordu. Kafasında bir soru işareti vardı. Kur’ân kursunun sorumluluğunu kime verecekti?
Kravatını düzeltti, koltuğuna yaslandı. “Arkadaşlar, kursun sorumluluğunu kime vereceğiz?”
İmam ve müezzinler, bu göreve en çok Mehmet hocanın layık olduğunu düşünüyorlardı. Ne de olsa hafızdı. Eski hafızlardan. Kıraatı ve tecvid bilgisi de yüksekti. Arapça dilbilgisini de çok iyi biliyor, hatta İmam-Hatip Lisesi’ndeki hocalardan bazılarına özel ders veriyordu.
“Hocam bu işi en iyi Mehmet hoca yapar. Kur’ân kursu müdürü o olsun” dedi imamlardan biri. Diğerleri de destek verdiler.
Eyüp Bey, ellerini yeleğinin ceplerine soktu, dudaklarını bükerek “Olmaz” dedi. ”Onun tahsili yok.”
Toplantı odasında kısa bir sessizlik oluştu. Müftü efendi, bu cümleyi öylesine söylemişti. Geçelim bu tatsız bahsi der gibi. Mevzuatı memnun etmek için belki de. Öyle ya, ilahiyat mezunlarının olduğu bir yerde, ilkokul mezunu bir adamı kurs müdürü yapacak değildi!.. Mehmet hocanın yüzüne bakmamaya çalışarak koltuğunda doğruldu ve başka bir alternatif arar gibi masadaki dosyaya baktı. Ya da bakar gibi yaptı.
Müftü efendi haklıydı, il müftüsü hesap sorardı. “Adam mı yok da ilkokul mezunu bir müezzini Kur’ân kursu müdürü yapıyorsun?” dediğinde ne cevap verecekti? Teamüle uygun değildi. Diploman yoksa bilginin değeri yoktu. Meğer ki bin yıldır medreselerde okutulan ilmin olsun!...
İmam ve müezzinler, ne diyeceklerini bilemediler. Çetrefilli bir durumdu söz konusu olan. Bir tarafta mevzuat vardı, öteki tarafta liyakat. İkisi de haklıydı.
Müstahdem Salih’in içeri girmesiyle sessizlik bozuldu. Çayları getirmişti.
“Evet…” dedi müftü efendi salondakilere bakarak, “Ben başka bir aday düşüneyim.” Sıradaki konuya geçti. Yakın köylerden birindeki bir caminin imamı, köy halkının doğurmayan inekleri için muska yazıp dua okumasını istediğini, hayır demesine rağmen ısrarla talep geldiğini, mecbur kalıp inekle göz göze dua okuduğunu, büyük rahatsızlık duyduğunu, bu konunun vaazlarda işlenmesini istiyordu.
Babam o an hayatının en büyük kırgınlığını yaşadı. Müftü beyle yapılacak toplantıdan evvel, arkadaşları ona bu konuyu açmışlardı. Babam “Söyledim onlara, istemiyorum dedim. Ben istesem de bu adam beni yapmaz, dedim ama dinletemedim.” diyerek anlatırdı o günü. “Bizi beğenmedi müftü efendi… Tabi beğenmez… Ben ilkokul mezunuyum. O kadar üniversite mezunu adam varken bana mı verecek? Eyüp bey!...”
Elbette babam, müftüden bunun acısını mevzuatın müsaade ettiği kadar çıkardı. Müezzinlik dışında vaaz, imamlık veya başka bir görev vermek istediğinde “Benim tahsilim yok. Başkasına verin.” diyerek itiraz etti her seferinde.
Of’un eski büyük hafızlarından ders almış bir adamdı babam. Âşık Kutlu hocanın önünde namaz kıldırmış biriydi. 12 yaşında hafız olmuş, yirmisine kadar emsile, bina, maksud, avamil, ızhar, kâfiye, Molla Cami’yi bitirmişti. Zemahşerî’nin Keşşaf’ını Arapça ders olarak okumuştu. İmam Hatip’in ortaokul ikinci ve üçüncü sınıfının yaz tatillerinde babamdan Osmanlıca yazılmış Arapça dilbilgisi kitapları okumuştum. O bilgilerle ortaokul ve lise hayatım boyunca Arapça’da sınıfın birincisi olmuştum. Hatta bazen üst sınıfların Arapça dersine girdiğim, onların anlamadığı konuları hocaya anlatmışlığım vardı.
İlkokulu bitirince dedeme demiş ki arkadaşları “Hasan abi, bu çocukta zekâ var. Hem hafız da. Gel bunu yatılı İmam Hatip’e gönderelim. Okur bu çocuk.” O zamanlar Trabzon’da bir tane İmam Hatip var. Dedem “Olmaz.” demiş, “Ormanda ağaç keserken bana kim yardım edecek?”
Dedem de haklıydı. Babam en büyük oğluydu. Ağaç işi zordu. Tek başına olmuyordu. Ya parayla adam tutacaktı ya da oğlanı götürecekti işe.
“Böyle olacağını biliyordum ben” derdi babam o günü anlatırken. “Tahsilim yoktu. Israr etmeyin, uğraştırmayın beni bu adamla dedim o kadar, dinletemedim.”
Hasan Hoca vardı İmam Hatip’te. Kur’ân-ı Kerim dersimize girerdi. Dersten sonra ikindi namazına gider, namazdan sonra babamdan imam odasında özel kıraat dersi alırmış. Sonradan söyledi babam bunu. Bilmiyordum öğrenciyken. Hatta bazen derste “Oğlum öyle okuma, böyle oku” diye kızar, ben de “Hocam, babam böyle okutuyor, siz böyle diyorsunuz. Hangisi doğru?” diye itiraz ederdim. Kafama bir tane vurur, gülerek “Kes lan” derdi. Akşam babamla derse gidince anlatırmış böyle yaptığımı. Yıllar sonra söyledi babam.
Babam bıkmadı o gün yaşadıklarını anlatmaktan. Ölene kadar her fırsatta dile getirdi. “Eyüp Bey!...” diye kafasını sallayarak sigarasından bir nefes daha çekerdi.
Çaykara’nın Çayırbaşı köyünde, tepebaşındaki küçük caminin alt katındaki soğuk bir odada, babamın çocuk elleri üşüyerek okuduğu kitapları bugün okuyabilenlere üniversitede profesör kadrosu veriyorlar. Dedem iyi yün çorap örermiş. Babam onları giyermiş soğukta ayakları üşümesin diye. Her aileden bir hafız çıkarmak adetmiş köyde. Hafızı olmayan eve nasipsiz gözüyle bakarlarmış. Bizim ailede babam olmuş.
“Tahsili yok onun” diye tekrarlardı babam. “Öyle dedi Eyüp Bey… Ben biliyorum, sevmezdi beni. Kıraatım ve tecvidim ondan iyiydi çünkü. Ama tahsilim yoktu…”
Eyüp Bey, tayin olup başka bir ilçeye gitti müftü olarak. Allah o kursa müdür atamayı nasip etmedi ona. Yerine Ahmet Bey geldi. Yeni müftü geldikten sonra kursun inşaatı bitti. Ahmet Bey, teamül, mevzuat filan dinlemedi, “Bu işi senden başkası yapamaz.” diyerek babamı kursun başına geçirdi. Babam yine de unutmadı Eyüp Beyin o sözünü. “Tahsili yok onun…”
Öldüğünde, o kursta hafız yaptığı çocuklardan biri geldi babamın cenazesine. Dualar okudu, mezarına toprak attı.
Bu hikâyeyi her anlatışında başka bir ruh haline bürünürdü babam. Bazen öfkeyle, bazen gülerek, bazen de ders verir gibi. İçinde bir yara olarak sakladı bu hatırayı. Benim eğitimim için de her şeyi yaptı. Üniversitede okurken maaşının üçte ikisini bana gönderir, üçte biriyle ailesini geçindirirdi. Ben okudukça gururlanırdı. İlerleyen yıllarda, bir gün “Müdür oldum baba” dedim. İlk söylediği şu oldu: “Sana verilen yetkiye güvenip emrinde çalışanı sakın ezme oğlum. Hakkımı helal etmem sana.”
O gün anlamadım niye böyle söylediğini. Erkekler, babalarını öldükten sonra anlar.
Babam o anı hiç unutmadı. Ben de unutmadım babamın unutmadığı adamı…