BİR REKLAM

.

O tokadı asla unutmadım.

 

 

Sen Hiç Nefret Gördün mü?

Yazan: Aziz Kemal Nafi

 

O tokadı asla unutmadım.

CHP milletvekili Aykut Erdoğdu’nun “Sizi yargılayacağız ve TRT’den canlı yayınlayacağız” sözlerini dinleyince geçmişte yaşadığım bir duygu yeniden kuşatıverdi bedenimi.  

90’lı yıllardı. Ülkede faili meçhul cinayetler oluyor, ölen Cumhurbaşkanının katilleri bulunamıyor, “Türkiye İran olur mu?” sorusuna cevap aranıyordu. 

Bir yıl önce okulumuza tayin edilen Ali Çivlik adında bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Pala bıyıklı, göbekli, asık suratlı bir adamdı. Kızdığı zaman öğrenciye “Paçasına sıçtığımın iti..” diye küfrederdi. Küfürleri, soğuk suratı, attığı dayakları neyse de, yüzündeki o nefret bizi çok korkuturdu. Aşağılayan bir bakışı vardı. Ülkedeki tüm İmam Hatiplilerden nefret ettiğini belli edercesine bakıyor, konuşmalarında sık sık Atatürk, Laiklik, Cumhuriyet, vurgusu yapıyordu. Hepimizi yekten Cumhuriyet düşmanı ilan edivermişti. “Elimden gelse topunuzu imha ederim” diyen bir küçümsemeyle, tepeden bakardı delikanlı suratlarımıza. Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi” filmindeki kasabanın doktoru rolünde Ercan Kesal’ın bir sahnesi vardır. Pis, iğrenç bulduğu kasaba hayatına duyduğu nefreti anlatır.

Bizim hikâyemizde kasaba nefretine ideolojik bir nefret de ekleniyordu.  

Yürürken tık tık diye ses çıkaran bir ayakkabısı vardı. Kendi aramızda “Davulcu” derdik ona. 

Sene başında ya da ortasında, “İnşallah edebiyat öğretmenimiz o olmaz” diye dua ederdik. Bir korku yerleşti içimize ve bir daha da gitmedi. Biliyorduk bizden nefret ediyor ve her fırsatta, devletin kendisine verdiği yetkiyle bu nefreti kusacak üstümüze.

Diyeyim size, koridorda karşı karşıya gelmek istemezdim. Kazara, iki üç saniye yüzüne baksan “Ne bakıyon lan paçasına sıçtığım” diye bağırır ve cevap vermeni isterdi. Yanıt geldi mi tamam, alırdı sazı eline. Bunu bildiğim için ne zaman yüz yüze gelsek hemen bakışımı kaçırdım. Bir kere dalgınlıktan birkaç saniye bakmışım yüzüne, paçasına sıçılanlar arasına katılıverdim oracıkta. Bana karşı mı garezi vardı, ben mi öyle hissediyordum, bilmiyorum. MGV’ye gittiğimi herkes biliyordu, o da duymuş olmalıydı. Ve sınıfın en başarılı öğrencilerinden biriydim. Acaba o yüzden mi?

Aramızda bir şey olacaktı ama ne zaman?...        

Bir yıl sonra, İmam Hatip’in lise ikinci sınıfındaydım. Vekaleten okul müdürümüz, aynı zamanda rehber öğretmenimiz olan Muammer hoca beni zorla başkan yaptı. Zorla diyorum çünkü ben sınıfın en uslu gençlerinden biriydim ve sınıfımızda hiç laf dinlemeyen, hormonları boşalacak yer arayan birçok taşra delikanlısı vardı. Allah’tan kız-erkek karışıktı bizim sınıf da, yabanî tarafları törpüleniyordu sınıfın.

Korkunun ecele faydası yok.  O gün geldi nihayet. Nöbetçi öğretmen Ali Çivlik’ti ve bizim ders de boştu. Israrla fazla gürültü olmasın diye sınıfta sükûneti sağlamaya çalışıyordum. Fakat nafile. Orta sıralardan birinde bir kitap üzerinden oyun başlamış, gürültü artmıştı. Baktım olmayacak, gittim uzandım sıraya, kitabı almaya çalıştım ellerinden.

O an kapı açıldı.

Tam sıraya abanmış halde duran sınıf başkanı olarak ben, şamatayı durdurmaya çalışan değil de ona ortak olan bir halde Ali hocaya yakalandım.

Geri dönüp kapıya baktığımda, yüzündeki nefreti bütün çizgilerden görebiliyordum. İşte beklediği fırsat ayağına gelmişti. Tepe tepe kullanacaktı bunu.

“Gel lan buraya” dedi.

Kapıya doğru giderken, “Hocam, arkadaşlar gürültü yapıyordu, ben de….” demeye kalmadan var gücüyle bir tokat attı.

“Ulan paçasına sıçtığımın iti, sınıfı susturacağına bir de oyun mu oynuyorsun?” deyip öbür eliyle ikinci tokadı indirdi.

“Hocam ben…” demeye çalışırken  “Sus ulan” diye bağırıp yeniden başladı vurmaya.

“Ben yapmadım” diyemedim. “Susturmaya çalışıyordum” diyemedim. 

Sınıf kapısının önünde başladı, pencereye kadar tokatlarıyla dövdü.

“Hocam” dedikçe “Kes ulan” deyip vurdu. Türkiye’deki bütün laikler, bütün CHPliler, İmam Hatip öğrencilerinden ne kadar nefret ediyorsa, hepsinin intikamını benden almak ister gibi vuruyordu.

Kızların önünde vuruyordu.

Gururunu zedeliyorum demeden vuruyordu.

Cevap hakkı tanımadan vuruyordu.

İçindeki nefreti kusarak vuruyordu.

Yok etmek ister gibi vuruyordu.

Ergen ruhunda travma oluşur demeden vuruyordu.

Hepinizin canı cehenneme dercesine vuruyordu.

Türkiye’de ne kadar Refah Partili, ne kadar MGVli varsa onların adına dayak yediğimi biliyordum. Daha doğrusu vururken yüzünün aldığı ifadeden bunu hissediyordum. Öyle gergin, öfkeden kudurmuş halde vuruyordu ki, asıl zoruma giden dayak değil, bu nefretti.

Cevap verememek, kendimi savunma hakkı bulamamak, o kadar kızın önünde, bu onur kırıcı ideolojik dayağı yemek, bu nefreti aşağılayıcı bir şekilde hissetmek, içimde öyle bir acıya neden oldu ki, artık itiraz etmemeye karar verdim. Bir kelime daha etsem ağlayacak hale gelmiştim.

Mendeburun eli de bir ağır, sanırsın gerçekten davulcu. 

Pencere kenarına gelmiştik artık. Sınıftan çıt çıkmıyordu. Herkes şunu biliyordu, sesini çıkaran bu nefret dayağına ortak olacaktı.

Vurmayı kesti. Pencerenin önündeydik. Yüzüne bakmak istemiyordum. Gururum yeterince zedelenmişti. Bir de ezik bir halde, ağlamaklı bir halde yüzüne bakıp ona bu zafer dolu bakışı sunmak istemiyordum.

“Şimdi gidiyorum. Bir ses daha duyarsam çok kötü yaparım. Anladın mı?” diye bağırdı.

Gözlerimden akmayı bekleyen yaşları tutmaya ve yüzüne bakmamaya çalışarak “Evet hocam” diye mırıldandım.

Döndü ve davulcu ayakkabısıyla yere vura vura gitti.

Ne yapacağımı bilemedim. Gittim, sırama oturdum, yüzümü kapatıp sıraya kapandım. Artık gözyaşlarımı tutmuyordum.

Biraz sonra Muammer Hoca geldi. Suratı asıktı. Öfkeliydi. Ya koridordan gürültüyü duydu, ya da Ali hoca gidip “Böyle mi adam yetişiyor bu okulda?” gibisinden tavır yaptı fırsattan istifade. Bilemedik.

Parmağımı kaldırıp ayağa kalktım, yarı ağlamaklı sesle “Hocam ben başkanlığı bırakmak….”

Gerisini diyemedim. Yerime yığıldım.  

Muammer Hoca, “Tamam, biliyorum, gerek yok” derecesine elini uzattı. Başladı sınıfa kızmaya. “Siz ne zaman adam olacaksınız?”, “Bu yaptığınız yakışıyor mu?”, “Sizin yüzünüzden ben mahcup oluyorum” gibisinden öğretmen şikâyetleriyle sınıfı azarladı. ”Sizin yüzünüzden arkadaşınıza olana bakın. Memnun musunuz?” demek istiyordu aslında. Bir daha üzüldüm…

O gün öyle geçti. Geri kalan dersleri, sınıf penceresinden bahçeyi seyrederek geçirdim.

Akşam oldu. Öfkeden kuduruyor, bir şey yapmak istiyor, yapamadığım için deliye dönüyordum. Bizim sınıftan Ramazan’la birlikteydik. Düşündük, taşındık, 118’den numarasını bulup, evini aramak, ağızımıza geleni söylemek, küfretmek, bağırıp çağırmak geldi aklımıza. Numarasını bulduk. ,

Aradık, kızı çıktı.

“Babanız evde yok mu?” diye sordum. “Yok” dedi.

Bir daha cesaret edemeyeceğimi biliyordum, o an ne yaparsam oydu.

“Babana söyle, onun ………….” diye küfredip suratına kapattım.

Sonra da korkuyla beklemeye başladık. Ertesi gün, daha ertesi gün, polisten, jandarmadan, okul müdüründen bir şey bekliyordum. Hiçbir şey olmadı. Bu daha da zoruma gitti. Adam beni ciddiye alıp peşime bile düşmemişti.

Ömrüm boyunca dinmeyecek bir öfkeyi yüreğime ektiğini biliyor muydu acaba?

Başkanlığı bıraktım. Bir daha o adamla yüz yüze gelmemeye çalışarak öfkemi içime attım.

Lise bitip üniversite hayatına atılınca Ali öğretmenin yüzündeki nefretin kaynaklarını bir bir görmeye başladım. Üniversitede Göker isminde bir hocamız vardı. 8 yıl dersinden kaldım. İmam Hatip’i birincilikle bitiren biri olarak “Yoksa bende zekâ geriliği mi var?” diye sorduğum zamanlar oldu. Fakülteyi çok umursamıyordum, bu doğru ama o kadar da değil. Uzatmalı bir arkadaşım Göker’den nasıl geçtiğini anlatınca ayıktım. Eski iş arkadaşlarına aratmış Göker hocayı. “Yahu bizim Süleyman’ı niye bıraktın? Geçirsene oğlanı. Adam iş hayatına başlayacak, seni bekliyor.” demişler. “Gelsin konuşalım” demiş hazret.

Süleyman gitmiş, beraber bakmışlar kâğıda. Göker, “Hay aksi” demiş, “İmam Hatipli bir Süleyman vardı, onunla karıştırmışım seni.” Notu düzeltip geçirmiş Süleyman’ı.

Ben bunu duyunca anladım bulana durula akmakta olan şeyi.    

Dayağın üstünden 25 yıl geçti. Bu sürede gerici, örümcek kafalı, çağdışı, bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam gibi sıfatları göğüslemek zorunda kaldım. Hepsini atlattım, hiçbiri zoruma gitmedi de, Ali öğretmenin nefret dayağını hiç çıkarmadım aklımdan.   

Geçenlerde bir arkadaş, siyaset ve kutuplaşma üzerine konuşurken “Hayatında hiç CHP’ye oy verdin mi?” diye sordu.

“Hayır” dedim.

“Neden?” diye sordu.

“Bende bir öfke var, dinmiyor.” dedim.

“Sen hiç CHP dayağı yedin mi?” diye sordum ve bu anımı anlattım…