BİR REKLAM

.

"Şenler Yıldız ile söyleşi."

 

"Mısır Tarlasında Bir Eksik" kitabının yazarı Şenler Yıldız ile hayat ve edebiyat üzerine.

Röportaj: Ekrem Özdemir 

 

İnsan kitabını okurken çocukluğunda çok sevdiği bir çikolatanın tadını anımsamış gibi oluyor. Proustvari bir lezzetle akıyor kitap. Bir de Tanpınar’ı anımsadım okurken. Geçmişi bugünde yaşatmak ister gibi bir duygusu var yazarın diye düşündüm. Herhalde bu soruya en iyi cevabı sen verirsin.

 

Teşekkür ederim, eğer öyle hissettirdiysem, o duygu da buyursun şöyle içimde bir köşeye kıvrılsın. Onun da çayını, çorbasını, kolonyasını eksik etmemeye çalışayım. Geçmiş olan geçip gitmiştir; geçmiş, gelmek üzeredir, diyor Heidegger. Hayatımız geçmişten düşen prizmalar eşliğinde süregidiyor. Küçükken üç ana renk bilgisi yetiyordu. Üstümüze çok güneş doğup, çok gece eritince, dibi kıvrılmış, katılaşmış, guaj boyayı sıkıyoruz, ne neye çalıyor an be an değişiyor, değişecek de. Bazı anların altına sürme çekmek istiyoruz, bazısını kazana atıp iki ağız kaynatmak. Kimisi kavun suyu sızmış gibi saydam ama yapış yapış. Anın evladı olmalının hikmetine inanıyorum, gelin görün ki geçmişteki anlarda uzun şimdinin hikâyesi. Geçmişe hâlâ t gibi tırnaklarımızı geçirmesek de o bağlara attığımız ilmekler biziz. O kökün çıktığı dallar, anları kondurduğumuz yaşantımız. Mısır Tarlasındaki Lili, tablosuz evlerde büyüdü. Bob Ross o zamanlarda kahramanlarımdan biriydi, bu sorulara cevap verdiğim sabahta yine ekranda denk geldi. O, en sevdiği şey olan, çok büyük gövdeli bir ağaç çizerken; yorgun bu ağaç, kaç canlı dallarına çıkıp, ormana baktı kim bilir? Şu dal da kurumuş mu ne, dedi. O an ağzımdaki peynir, zeytinin tadı, onu izleyen on yaşında kızınkiyle aynı değil, bunu biliyorum bir tek.

 

Kitaptan en çok aklımda kalan kelimeler; patates, sokak lambası ve mavi çinko çaydanlık. En güçlü duygu ise abisi topa çok hızlı vurunca “Abim gitmek istiyor” diyen kız. Bu dördünü de biraz ayrıntılı dinlemek isterim doğrusu.

 

Haşlanmış patates; camın buğusu ve korunaklı alanı, közlenmiş patates; ateş çevresinde toplaşmanın kardeşliğini taşıyor gibi hem huzur iklimini hem merhameti hatırlatıyor bana. Patates, toprakla yani hayatla kurulan güçlü bir bağ. Her avuca bir patatesin düştüğü dünya tasavvuru, sanırım mutluluk anlayışım biraz da. Gerçi Bella Tarr haşlanmış patatesi öyle bir noktaya getirdi ki, hayatta kalmak için yegâne gıdanın o olduğu, yana yakıla yenilen o patatesle bizim de damağımızın zarını soydu.  Bir de şu var tabi, hangimizin güzel bir domatesi elimize aldığımızda önce içimize çekip, aynı çocukluğumuzdakiler gibi kokuyor derken, yüzümüze o güneşli günlerin ışıltısı düşmez ki ama patates, aynı patates.  Yoksul eve,  parası denkleştirilip çuvalla girerken, hane reisinin fileli çuvalın parmağında bıraktığı iz bile aynı olabilir. Ama onu yerken nefesi nefesimize değenlerin hatırlattıkları ile içimizdeki envantere kaç külliyat daha ekleyebiliriz. 

 

Mavi çinko çaydanlığı yazmaya çalışan kız.

Kimimiz çalışan çamaşır makinesinin döngüsüne saatlerce bakar, ben de bir sokak lambasına bir insan ne kadar uzun bakarsa o kadar bakabilirim gibi geliyor. Şuan evimin karşısında büyük şehirlerde göremeyeceğimiz emprenyeli sokak lambası var. O, tepesinden bal rengi ışık hüzmesi verirken tuhaf bilgece bir duruşu sahip. Geçenler de tam karşımızdaki boş arsada o yıllanmış elektrik direkleri taş fırınlara sürgüne gönderilmek için çok hızlı ve nizami bir şekilde hızarla kesildi. Son bulan her hikâye gibi onlarınki de burada nihayetleniyor diye hüzünlenip balkondan içeri girmiştim. Gece ile başka bir âleme geçiyoruz ve sokak lambaları bunun münzevi tanığıdır diye hissediyorsam demek ki.   

Bir başka röportajda da belirtmiştim, kitabın özü; mavi çinko çaydanlığı yazmaya çalışan kız. O mavi çinko çaydanlık, ömründe gazlı ocaklara hiç konulmadı sanırım, elime bile almamış olabilirim ama nesnelerin de içimizdeki öyküleri devam ediyor. Hatıralar kalbimizin hafızası. Platon, “Bütün mesele hatırlamaktır." diyor ya onlar varsa canlıyız. Kitapta lülüğü duruyor dedim ama akıbetinden hiç haberim yok.

Topa abanıp Meksika Sınırına göndermek isteyen abi meselesine gelince, Lili’nin de benim de bir abim var. Benimki evinin orta yerine çadır kuran, cüssemiz yetse hepimizi bir kozanın içine sığdırmaya çalışan bir abi ama. Sanırım herkesin hayatının bir özellikle de ilk döneminde Simoviçliği tutmuştur. Benim hayattaki duruşum, abanıp abanıp sonrasında top bir tarafa ayakkabısı bir tarafa gidenin kalakalmışlığıyla şekillendi. Şapşallığıma kıyamayanlar hem ülfet hem de külfet oldular bir yerde.      

 

“Tüm hayatım boyunca duygularımı yokladığımda, tek hissettiğim şey büyükçe ters i.” Bu, istediğini alamamış insanın hissettiği bir duygu mu, ilmi irfanı, okuması arttıkça insana yapışan hayret duygusunun ürünü mü?

 

Sorunuzda belirttiğiniz üzere isteğini alamamış insanın hissettiği duyguyla hiçbir yakınlığı yok hayretimin. O vakit, hayatla arama bir mesafe daha giriyor.

Günleri hep aynı yere gömsek, yeni bir güne başlamanın ritmi çok düşük olur. Bir sincap gibi hep bildiğimiz yerden cevizimizi çıkartmaya çalışırsak, neredeyse içgüdüsel bir yaşam düzeneğiyle iktifa etmiş olmaz mıyız?  Kaldı ki bir sincap kadar bile değilim, dediğim zamanlar hiç de az olmadı. Bilemiyorum ki eş dostun söylediği gibi fazla korunaklı bir hayatım mı var ki dış dünyaya temas ettiğim pek çok şeyde ‘Allah Allah’ deyip durmuşluğum oluyor. En çok da şaşırmamışlara hayret ediyordum, olana bitene nasıl bu kadar mesafeli ve serin durabiliyorlar diye. Onlarda olup da bende olmayan şey ne diye hâlâ cevabını bulmuş değilim. Mesela varlığını bileli hepitopu iki sene olan kaldırıma dikili yıllanmış kayısı ağacını, bir teravih namazı çıkışında rüzgârdan ikiye ayrılmış, yarısı yere yıkılmış halde görmüştüm. Teravihte aynı safa girdiğim mahallenin gedikli teyzeleri, kayısı ağacının yanından kayıtsızlıkla geçip gitmişler, ben adını tam da koyamadığım bir üzüntüyle kalakalmıştım. Aynı teyzelerin Palu Ailesinin fertlerine de kayıtsızlıkla bakakaldıklarını düşündükçe büyükçe ters i’yim hayretle toprağı eşeliyor.

 

Okurlardan gelen tepkileri merak ediyorum. Çünkü “öykü mü, roman mı, deneme mi, anı mı?” sorusunu sorduran bir üslubun var. Nazan Bekiroğlu ile Şule Gürbüz arasında gidip geldim okurken. Daha çok Şule Gürbüz ama. Okurların tepkileri nasıl?   

 

Belli bir klasifikasyon yapılması zorunlu mu bilemiyorum ama kendilerinden bir cüz buldukları vakiyse, hepimizin ortak anısı olabilsin diye nitelendirilmesini isterim. Üslup olarak fazla yoğun bulanlar olabilir, ara başlıklara ayrılmış olması seyreltilmesini sağlamıştır diye umut ediyorum. Sizinle ilk tanışıklığımızı anımsadım birden, neredeyse yirmi yılı devirmişiz. Okul bahçesinde üstünüzde Miami Beach’de gezinir gibi hawai desenli bir gömlek ve ona  kontrast  bir üslupla; Nazan Bekiroğlu okumuyorsanız, sizi nasıl yetiştireceğiz, demiştiniz. Aramızdaki ilk gerilim hattı, bu üstencil üslupla peydahlanmıştı. Ben de sakınımsız birkaç kelam etmişimdir muhakkak zira doz aşımı kışkırtıldığımda tepki verir biri oldum hep.  Şimdi sizden, Nazan Bekiroğlu’nu çağrıştıran bir tat bırakmışlığımı duyunca, yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oluşmadı değil. Şule Gürbüz’e sizin tarafınızdan benzetilmem daha kitabı okumadan önce başlamıştı yanılmıyorsam, okur olarak size müdahale edemeyeceğim diskuruyla beraber hem de. Bahsi geçenler çok kıymetli yazarlar ama yazdıklarım ve yazma şeklim bence bana benziyor çokça. Bu arada dikkatli bir okur, Çavuşesku için Arnavutluk Devlet Başkanı demişsiniz ama Romanya olmayacak mıydı, dediğinde durumu anca fark ettim. Evet, Doğu Blokunun sancılı zamanlarıydı ama bu bilgiyi kalbine nakşeden Lili, on bir yaşındaydı ve o bilginin üstünden bir daha da geçmemişti anlaşılan. 

 

 

 

"Yalnızlıkla aram hep iyi olmuştur"

 

“Akşamları her hatırayı karanlık bir odada tabederdim.” diyen bir insana nasıl yaklaşmalıyız? Hele ki “İnsanlara baktıkça yalnızlığım geliyor aklıma.” diyorsa!... Kalabalıklar içindeki yalnızlık mı bu, yalnızlığı kalabalık olan insanlardan mısın?

 

Şimdiki an’dan hatıralara bakma biçimimiz hayatımız oluyor. Aslına bakılacak olursa, yalnızlıkla aram hep iyi olmuştur.  Herkesin de muhteşem yalnızlığının keyfini sürmesi gerektiğini düşünürüm. Bu sonlu dünyada yalnızlığımız yüzyıllık sürmüyor zaten.

Ama sorunuzu bir daha okuduğumda tekinsiz bir insan evladı olduğum düşünülüyorsa, euzü besmele çekerek tüf tüf borusunun ucuyla dürtüp yaklaşabilirsiniz, diyesim var. Dexter gibi insanları bir punduna getirip, karanlık odama sokup, size baktıkça yalnızlığım aklıma geliyor bütün mesele hatırlamak ya da hatırlamamak deyip, enselerinden tab edip, Antonioni’nin Blow-Up filminin ikinci versiyonuna konu teşkil edebileceğim anlaşılıyorsa derhal aklınızdan silin lütfen. Ortak bir tanıdıktan duymuştum, eskiden çalıştığım bir yapımcı beni aramadan önce hep besmele çekermiş, acaba neden diye şimdi sorgulayasım geldi, zahirde de iyi anlaşıyorduk oysaki.    Oradan bakınca ağdalı bir buhranla cebelleşen biri gibi gözükmüyorumdur inşallah, gündelik hayatımda ortama neşe katabilmek için yaverlikten halay başılığına terfi etmişliğim çok çünkü.

 

"Bir türlü alışamıyordum bu hayata"

 

İnsanlar bazı şeylere denk geldiklerini çok zaman anlayamıyorlar.” cümlesinden yola çıkarak hatırıma gelen bir şeyi sormak istiyorum. “Dünyaya gelmek insana bir saldırıdır.” diyen şair haklı mı? Bu kabullenmişlik, bu düş kırıklığının altında ne yatıyor? Avlanmayı başaramayınca saklanmak mıdır bu?

 

Şairlerin haklı olmasına gerek var mı, bence iyi şiir yazsalar kâfi.  Dünyaya gelmek, teşbihde hata olmaz ama insana Pearl Harbor gibi sürpriz bir saldırıysa eğer, insan savunma kalkanının altında ezilen bir mahlûk mudur, bilemedim. Ama bu dünyaya düştüğümüz, bu gurbet yerde yurtsuz kaldığımız ve her birimizin aslında garip ve yalnız olduğumuz bilgisi verilenlerdeniz. Ben yaşamadığım bir hayatın suçluluğunu daima içimde duydum. Bunu duymayanlara gıpta ettim. Hiç sabahçı kahvesinde geceyi eritmedim, ama karıştırılmaya el varılmayan soğumuş çayın dibinde kendini salmış küp şeker, lapalaşmış bir hasta çorbası gibi olmuşluğum var sanki. En beteri sıcaklığını yitirmiş, pıhtılanmış kan plazması gibi hissetmek midir onu da bilemiyorum. Gençlik dönemlerimde ormanların gümbürtüsü başıma vuruyordu tabii ki. Kendimi bildim bileli ikindi uykularından, İsrafil, suru üflemiş de en geç ben duymuşum gibi uyanırdım. On yedi yaşımdaki sıkıcı günlüklerimde de geçmişin hesabını nasıl vereceğim, henüz bir şey yapmadım diye tuhaf bir şekilde dertlenmiş durmuşum. Araya yeknesak günler istiflenince, anladım ki kendi kendime yenilmiştim. İnsan ıstıraplarından daha fazlaymış gerçekten. Kişi kalbinde düşündüğü gibiyse, kalbimdeki kişi, çoğu gitti azı kaldı diye oportünist bir çetele ile gün sayıyordu. Mağarasının dışında led ışıklar içinde herkes özgül ağırlıklı cüsseye sahipti. Bir türlü alışamıyordum bu hayata, o sebeple iyi ki de manyetik turnikelerin dışında kalmışım diyorum.

 

Kadim geleneklerde, olmak için sefer etmemiz gerektiği söylenir. Sefere kendimizden başlamak en zoru. Birey olarak hikâyelerimizi kaybettiğimiz bu demlerde, kendi hikâyeme sahip çıkıp, onu göğüslemeye çalıştım. Herkesin bir kez kendi cehennemine inmesi gerekir, diyen Pevase gibi ben de inmeye çalıştım bir yerlere. Nereye kadar indim, indim ama bir sorun ki niye indim, asma merdiven mi attım, başıma kask mı geçirdim, buralar hep dutluktu diye seyir mi ettim, muamma. Büyüdüm; çeşmeler aktı yanımda, diyen şairler ve şiir gibi yaşayanlar, içimize o çeşmelerden su taşıdı iyi ki. İtiraf etmeli ki kendi olma yorgunluğumdu, beni aspiratör ışığında kırık bir mutfak masasında bunları yazdıran. Hepimiz anlattığımız öyküleriz, ben de kendime, evime döndüm, bu az şey mi?

 

"Bir eşik var ya, acının bile" 

Bitince, “Bir şey olmuş, bir yerde hayatla arasındaki bağ kopmuş ve bir daha o bağı kuramamış yazar. İnanmak istemiş ama olmamış.” dediğimiz kitaplar vardır. Senin kitabını bitirince de buna benzer bir his oluştu bende. “Kalbim kırık ölebilirim ama yaralı bir inançla asla.” diyen bir yazara şunu sormak istiyorum; Hayatla bağım o an koptu dediğin bir hatıran mı var, hayatla hiç bağ kuramamak mı söyletiyor bunları sana?

 

Kuzey kutbunda insan gölge aramaz herhalde. Canı yanmadan, bir tatlı can taşıdığının da farkına varmaz. Her şey bir oklava kadar düz giderken, güneş odaya dolarken, ayakkabın kapı önünde giymeni beklerken, koşarken, her şeyi geride bıraktığını zannedip koşarken, her şeyi kucaklayacağını zannedip tık nefes kalırken, sağ elinde beş parmak varken sanırım solda da aynısı derken, parmak hesabı yapacak zekâ kıvraklığına sahipken, bir evin arka duvarına bakıp ön cephesinde küçük bir sincap kadar minik bir insan yavrusunun yoldan geçen herkese el salladığını bilirken, birden bir şey olur çünkü birden oluyor bazen çok şeyler.  Kalbinin keçi tüyünden bir tulum olduğunu düşünmen birden mesela. Turkuaz saplı bir mizin o tuluma batması aniden. Gel de fark etme. O oklava gibi dümdüz günler, olur ucu tırtıklı yufka kesme aparatı. Oysaki hayatın şöyle bir güzel açılıp serpilmişken, irili ufaklı katsayısı artan parçalara bölünür. Birini diğerine denk getirmek hemen kolay mı?  Yan odada nefesinin rayihasını hissettiğinin nefesinin kesildiğini o an hissedemeyip de başın yastıktaysa eğer, bu öyle bir şey ki güzün ağaçtan düşen son yaprağı fark etmemen gibi değil. Bazen mahallenin tüm çocuklarına top alanın, o çocukları yetim bıraktığını, bazen gözünün son feriyle herkese yumuşacık lif örenin parmaklarının birbirinin üstüne örtüldüğünü, bazen başparmağına tutunan henüz birkaç bahar görmüşün daha bahar göremeyeceğini öğrenirsin. Bazen öyle bir ağıt yakılır ki minareden, gelip kalbine kor gibi oturur. Şehre buhar dolar, gökyüzünü avuç içinle silmek istersin. Bazen büyük bir taş gökten iner, kucaklamak isterken gücün yetmez. Bazen bir fırtına eser, bedenin simetrik bir tarafı uyuşur ve hayata bir daha hiç ısınmaz. Bazen için dolup taşar, avuçlamak istersin dalağını, kusura bakmayın buraları da mahvettik derken, nasıl mahcuplanırsın. Bazen minik bir kâğıda mini minnacık kalpler doldurursun ama kocaman işte, onlar öyle hayatın faturalarıyla cuğurlanıp fırlatılır, ulu orta bir yere. Perdeleri açtığının, başka pencerelere nazar ettiğini çok zaman sonra aniden esen bir rüzgâr söylediğinde,  şaşakalırsın nasıl güzel havalandırmıştın buraları, yetmiyormuş demek karşındaki çürümüş bir karanfil suyunu içmeye niyetlendiyse. 

Bir eşik var ya, acının bile. Soğuk mermer eşiğe uzanırsın bazen, yanlış anlaşılma olmasın musalla değil. Hissedersin aceleyle üstünden atlayanları, itinayla seni dürtüp öte tarafa geçen aymazları, adeta ıslak bir tuvalet terliğiyle şap diye üstüne basanları. ‘Üşüteceksin kalk lütfen, sen de bir emanet taşıyorsun’u hatırlatanlar ya da sen kalkmazsan şöyle bir kaykıl da yanına ben de sığışayıma, yeltenenler varsa, o buharlanmış gökyüzü avuç içiyle silinecektir ama tersten çünkü dua ederken, ellerimiz kalbimize yöneliktir. Nietzsche bile diyordu kaderimizi sevmeliyiz çünkü o bizim hayatımız.   

Şimdi nerede, benzim sararıp soldu, tam koordinat verememJ Sadece canımız çok acıdığında dünyanın gelip geçiciliğini hissediyoruz. Hepimiz bağ bozumu  yaşamamızın kaçınılmaz olduğunu biliyor gibi bilmiyoruz. Mahzun bir peygamberin ümmetiyiz,  hissiyatımla çok da çember dışında değilim sanki.

Bir diğer taraftan 90 kuşağı olmasaydım, belki hayata başka türlü dokunmam mümkün olabilir miydi diye, düşünmeden de duramıyorum. Doğduğumuz coğrafya, ideolojik keskinlikler, bir zamanlar gök ekini gibi biçilmelerimiz, bizde neredeyse ontolojik yaralara sebebiyet verdi. Ya çok ürkektik ya gardımızı almış kadar tetikte. Okul tuvaletinde çok kustuğumu biliyorum. Cenab-ı Hak bizi bazen iddiamızdan imtihan ediyor. İddiam için, ne şartlar olgunlaşmıştı ne de ben cevvaldim. Boyun eğmeyi kendimce reddetmiş, sonu nereye varır bir küslük içine düşmüştüm. Benim içimde de şairin dediği gibi yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer, olacak inşallah. Bu şairimizin haklı çıkmasına çok ihtiyacımız var.

 

"O çocukların kurdelelerini hiç kaybetmemeleri diliyorum." 

Babam her zaman şunu söylerdi; “Bugünün insanı sahip olduğuyla kanaat edemiyor. Bütün sıkıntı bu.” Bir cümleden yola çıkarak sinemaya dair bir şey sormak istiyorum. “Ekmeğinin arasına üç kesme şeker kondu diye mutlu olan çocuklar varmış bir zamanlar.” diyorsun. Bisiklet Hırsızları ile Cennetin Çocukları arasındaki bir coğrafyada yaşayan bu çocuklara ne oldu sonra? Nerede bu çocuklar?

Babanızın da Ali Şeriati’nin  de tespitindeki  gibi hem konfor ruhumuzun bataklığı  hem de sahip olduklarımız bize sahip oluyor. Hepimizde derinliği farklı da olsa,  bu bataklıklar, prangalarının gücü değişse de kölelikler var.  Bisiklet Hırsızları ile Cennetin Çocukları arasındaki bir coğrafyada yaşayan bu çocuklara ne oldu diye soruyorsunuz ya, onlar hep varlar, hiç eksilmiyorlar.

Son birkaç senedir yazları memleketim Erzincan’da geçiriyorum. Bahçe duvarımda, yaşıtları kız arkadaşlarına hava atmak adına bir paket Malbora için cebinde ne var ne yok ortaya döken orta mektep oğlanlarını dinliyor, üst katın çocuklarının kolej servisinin geldiğini bangır bangır çalan Anne Marie ile anlıyor, sokakta hindilerini kovalayan dedeler görüyor, skinny pantolonlar içinde man-bun topuzlu Yasinler, Kadirler, evlerinin bahçe kapısını hışımla çekip çıkıyorlardı, işitiyordum.  Köşedeki bahçeli eve, tahminen beş ile sekiz yaşlarında iki çocuk gelmişti. Tombik kız, masaldan dede evine düşmüş gibiydi. Pembe beyaz kıyafetler içindeki Hazel, merhaba deyip bizim de isimlerimizi öğrenmek istiyordu. Kibardı, ürkek meraklılığı vardı. Alabros traşlı Recep, alttan alta bakıp durum değerlendirmesi yapıyordu sadece. Bu yaz geldiğimizde gördük ki babaları onları almamış, terk edilmişlerdi. Hazel’in üstü başı gibi kömür karası dalgalı saçları bile matlaşmış, kırlangıçlar yuva kurmuşlardı sanki. Sabahları dedeleri ve annelerinden gizli bir koşu bize gelip, gofretlerini alıp gidiyorlardı. Sokağın çocukları bisikletlerini sürüp kendi içlerinde gruplaşmış, onların payına Recep’in bir bisikletin peşinde önce hevesle sonra tecrübe edilmiş bir vazgeçmişlikle koşturması, Hazel’in kahverengi demir bahçe kapısından kafasını bir uzatıp bir çekmesi kalmıştı. Recep’in boş arsadaki yaban eriği ağacının dibinde kendi kendine konuştuğunu görmüştüm. Onlarla akrana sayılacak yeğenim Mehmet Emir’in bende kaldığı bir gün, maskelerimizi takıp Recep ve Hazel’i de oyun arkadaşlarımız yaparak sokakta yakar top oynadık. Bu çocuklar, hayatlarında hiçbir oyuna dâhil edilmedikleri için toptan kaçmayı bilmiyor, topa doğru koşuyorlardı, hay Allah! Topla da olsa onlara vurmaya kıyamadım. Elime geçen futbolcu kartlarını Ronaldinho, Messi, Zidane ile güç bulur umuduyla, Recep’e vermiştim. Ara ara onlara uğrayan koca kafalı teyze oğlu, kaldırım taşına oturan Recep’in ensesini bastırıp, sen ne anlarsın bunlardan deyip, kartlarına el koymuştu maalesef. Terk edilmişliğin basıncı, savunmasızlığın yaralanmaya açık hale getirmesiyle bir hayatın ilk merhaleleri de başlıyordu.

Ankara’da poşetimin dibine hep onlar için de bir şeyler attığım, kapımıza, pencere dibimize gelen Suriyeli çocukların, bir gün karton toplayan bir başka çocuğun emeklerini yere dağıttıklarına denk gelmiştim. Dışlanıyorlar diye ellerim hep omuzlarında olan çocuklar, onlardan daha zor şartları göğüsleyen akranlarını eziyorlardı. Hayat zor ve üzücü bir yaşamdı.  Bütün çocukları seviyorum ama bir punduna getirip Recep’in koca kafalı teyze oğlunun kafasına, içi taş dolu bir kartopunu kazaen isabet ettirmek, erkenden büyüyüp parmakları kalınlaşan çocuklara içinde dualar olan avuç avuç şekerler atmak gibi planlarım yok değil.

Kurban eti dağıtmak için selefiye dolaştığım bir sokakta, Afgan arkadaşını göstererek, biz kurban kestik ama onlar kesmedi, buzdolapları bozuk ama bizimkine koyabilir,  diyen sekiz yaşındaki Zümralar da aramızda. O çocukların kurdelelerini hiç kaybetmemeleri diliyorum.    

 

Söylemek istediği her şeyi bir çırpıda söyleyip kurtulmak istiyor gibi bir halin var. Bir yükten bir an önce kurtulmak, beklentiyi karışlamak ve kulübesine çekilmek ister gibi. Kitap çıkınca, “Oh, istediğinizi aldınız. Artık benden hiçbir şey beklemeyin” dedin mi?

Mustafa (Kutlu) Hoca, tam da sorduğunuz şekilde bir tavrım olduğunu defaatle söylemiştir, tabi böyle yapmamam tembihiyle.  Mısır Tarlasında Bir Eksik, benim için bir nevi ‘is odasıydı’ şimdi orada biriken islere, divitimin ucunu batırıp bir şeyler daha yapma duam var. Hayırlısı… Bu arada bana sıklıkla, biz seni olduğun gibi kabul ettik, dersiniz. Bir güne bir gün, iyi de ben nasılım ki demedim size. Ben nasılım, Ruhi pardon Ekrem Bey?  

 

"Bir fildişi kulem olsaydı..."

 

Merak ettim, niçin sosyal medyada yoksun? Çok gürültülü olduğu için mi, görünmek mi istemiyorsun, fildişi kuleden bizi izlemek daha mı zevkli?

Hayatımın hiçbir döneminde görünür olmak gibi bir gayretim olmadı. Her şeye bir cümlem, her ana denk düşen bir karem,  her titreşime bir dürtüm yok. Çok şeye maruz kalmak, dikkat rezervlerimizi hunharca kullanmak gibi. Tabi biraz da mizaç meselesi, motorun hararet yaptığı yerlerde hayret duygum hayal kırıklığıyla at başı gider, aküm aniden boşalır diye uzak duruyor olabilirim.  Kitap çıktığında da kendimi arenaya sürmüşüm gibi bir ayı aşkın süre yoğun mide krampları, sırt ve daimi kafatası ağrısı çektim. Kefaretimi ödemişimdir, diye umut ediyorum. Bu arada çok sevdiğim bir yazar, kitabımı tanıtmış ama kaç zaman sonra İngiltere’deki arkadaştan satır arasında bahsiyle haberim oldu. Sosyal medya kullanmayınca, o mecradan teşekkürlerimi iletmek de kısmet olmadı. Bir nevi hareket kabiliyetim de sınırlanmış oluyor böylelikle. Eğer bir fildişi kulem olsaydı, dış cephesini karbonatla aklamaya çalışır, yorgunluk kahvemi içerken de âlemi hunharca seyrederdim.

 

“İnsan bazen kendisini görmeye gider.” yazıyor bir yerde. Yazar, kendisini görmek istediği zaman nereye gidiyor?

Çok yavaş çok aheste hayatın içine doğru adım atar,  uzun yürüyüşlere çıkarım. ‘Gezmeye çıkmıştı ikindileyin, evlerinin az ilerisindeki koruda. Genç kızlar bunu yapar. Her genç kız, ruhta birikmiş sözlerin sürgüsü açılsın diye hep gezintiye çıkar.‘ O şiirdeki kızların arasına kaynamayı da isterdim açıkçası.  Bir de camilerde, hele ki tarihi hele ki ahşap hele ki ihlasla ısınmış minik camilerde bulunmayı çok sevdiğime göre, orada rastlaştığım kişiyi de seviyorum demektir.   

 

Son soru; yere düşen kurdeleler neden hiçbir zaman sahibine ulaşamazlar.

Çünkü insan, dünya hayatında tamamlanamayan bir varlık.  Gayp âleminde birikmiş çok kurdeleler varmış gibi geliyor.