"Dünyadaki ruhlar kadar Allah'a giden yol vardır."
Çöl, arayış. Toz bulutlarıyla raks. Kendi müpheminde boğulma gayesi. Zahirî olan çöle inmez, batınî olan görünmez. Çöl, ruhların kemâle erme girdabındaki son durak, son öğreti. Çöl, sonsuzluğun sonu, sonsuzluktaki zaman… Çöl, ‘ Bir ben var, benden içerû ! ‘ Çöl, şiirin son hali, girift, muğlak, namütenahi… Çöl, ruhun özünü doya doya yaşadığı yer, her şey namevcut; kum, güneş, ‘ben’ hariç… Çöl ve çöle inen hakikat avcısı; yol ve yolsuzluk… Çöl Şark… Çöl, Masal…
Sokrates’in talebesi, Aristo’nun hocası olan Eflatun(Platon) Batı felsefesinin ilk noktası ve kurucusu sayılır. Bu düşünce ustası talebeleriyle oturmuş ‘ gerçeğe’ dair sohbet ederken, gerçek olmayan her şeyin yalan olmak zorunda olmadığını anlatır. Eflatun’un bu tespitine enfes bir örnek vardır: Şark Masalları. Gerçek değiller ama yalan olduğunu da kimse iddia edemez. İşte Bab’ Aziz böyle bir film. Yönetmen koltuğunda NacerKhemir var. NacerKhemir, Tunus-Kurba’lı bir sinemacı. 60’ını geçmiş bu Derviş sanatçının yönetmenlik geçmişinde çektiği film sayısı sadece 3’tür. ‘’Çöl İşaretçileri’’ , ‘’ Kayıp Güvercinin Gerdanlığı’’ ve ‘’ Bab’ Aziz’’ filmlerinden oluşan Çöl Üçlemesi… Bab’ Aziz’in dilimizde tam karşılığı yok ama belki ‘ Bilge Dede’ demek doğru olabilir. Yani İrfan, yani hikmet bir anlamda Doğu…
2006 yılında İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen filmin gösterimi sırasında kendi filmi hakkında bir de konuşma yapan Khemir şunları söyler : ‘’Bu film bir sorudan çıktı aslında: Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne yaparsınız?Ben olamasam bile benim babam tam bir Müslüman’dı ve şu sıralar onun yüzüne(dinine) çamur çalınıyor durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye, temizlemeye çalıştım. İslam’ın Batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.’’ Muazzam bir duruş, görkemli bir mantık ve saygı duyulacak bir yaklaşım… Bu yaklaşım filme de aksetmiş, nitekim Bab’ Aziz filmi ilk karesinden finaline kadar her zerresinde İslam’ın, imanın ve irfanın inceliklerini görsel bir şölenle önümüze seriyor… İbret aynasında hayretle seyrediyoruz kendimizi.
Besmele ile açılıyor film ve ardından muhteşem bir tilavetle bizi büyülü bir çöl atmosferine götüren Âliİmrân suresinin 33, 34, 35, 36. ayetleri:
‘’ Gerçek şu ki Allah, Âdem’i ve Nûh’u, İbrahim soyunu ve İmrân soyunu bütün insanlığın üzerinde bir konuma çıkardı, tek bir soy zinciri halinde. Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir. Bir vakit İmrân ailesinden bir kadın, ‘’ Ey Rabbim! Rahmimdeki çocuğumu senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum. Benden bunu kabul et: Doğrusu, yalnız Sen, her şeyi duyan, her şeyi bilensin! ‘’ diye Rabbine yakarmıştı. Fakat, çocuğu doğurunca, ‘’ Ey Rabbim! dedi, ‘’ Bak, bir kız çocuk doğurdum.’’ Halbuki Allah, neyi doğuracağını ve onun aslında istediği erkek çocuğun hiçbir zaman bu kız çocuk gibi olmayacağını bilmekteydi; ‘’ve ona Meryem ismini verdim. Lânetlenmiş Şeytana karşı onu ve soyunu korumanı diliyorum.’’
Hemen ardından şu epigraf ile zihnimize bir çivi daha çakılıyor: ‘’Dünyadaki ruhlar adedince Allah’a giden yol vardır!’’Yönetmen diyaloglarını Mevlânâ, Feridüddin-i Attar, Muhyiddinİbn Arabi, İbn-i Ferid, Gazali, İmam-ı Rabbani, Bediüzzaman Said Nursi’den aldığını ve hikmetli sözleri 1001 Gece Masalları’yla süslediğini söylüyor.
Filmin konusu hakkında bir şeyler söylemek lazım : Bab’ Aziz metaforlarla işlenmiş , çölde geçen, bir yol filmi. Gecenin karanlığında çölde bir silüet belirir; bir çoban silüetidir bu ve ardından bir kız topraktan çıkar diri diri. Kız çocuklarını toprağa diri diri gömen cahiliye devrine yapılan alegorik bir atıftır bu. Başlangıç ve son… İslamiyet ve Cahiliye… Sonra secde hâlinde kum altında kalan ‘bilge dede’ de çıkınca karşılıklı konuşmalarla filmin o muhteşem atmosferine gireriz. ‘’ Dedeciğim tek başımıza bu çölde yolumuzu nasıl bulacağız, ya kaybolursak?’’ – ‘’ İnancı olan kişi asla kaybolmaz, küçük meleğim!’’
Ve yürür Bab’ Aziz, ‘’ Yürümek yeterli, davet edilenler yolu bulacaktır.’’ deyip yoluna devam eder, görmeyen ama hep gökleri süzen gözleriyle. ‘’Herkes yolunu bulmak için en değerli hediyesini kullanır, senin ki sesindir.’’ dedi Zeyd’e. Belki de Bab’ Aziz’n de Rabb’ine giden yolda hediyesi küçük torunu Ishtar’dı. Filmin başında okunan ayetlerin sırrı da buydu belki de. Rabb’e armağan olarak sunulan Meryem gibi. Film tarihten telmihlerle ve eleştirilerle ilerler. Bu sırada çölün ortasından külüstür bir otobüs geçer tozu dumana katarak, Ishtar arkasından koşar yetişemez, düşer yere… Yüzü gözü toz içinde kalır. Külüstür otobüs Batı’dır. Masumiyet olan Ishtar, yani Doğu. Sonra Masumiyet ve Hikmet el ele devam ederler yola, başlangıç ve son, hayat ve ölüm… Ishtar ve Bab’ Aziz.
Sonra masallar başlar bize dair. Unuttuğumuz, kaybettiğimiz masallar. Filmin içinde birbirinden farklı ama birbirine bağlı altı hikaye anlatılır.
(Not: Yazının Bundan Sonraki Kısmını Filmi İzledikten Sonra Okursanız Daha Makbul Ve Muteber Olur. Tılsımını Hissetmeden Okumuş Olursunuz, Sonra Bana Kızmanızı İstemem Doğrusu!)
İlk hikaye: Prens
Eğlence ve rehavetin içinde iken çadırından atının gittiğini fark eder, düşer peşine, o esnada gözleri bir ceylana değer ve başlar yolculuk gizin peşine doğru. Kaybolur Prens çölün gizeminde. Halkı kandillerle aramaya koyulur bir çöl gecesinde. Aranan bulunur ama bulunan kaybolan değildir. Zahiren O’dur ama batınen O değildir. Leylâ’sını yitirmiş bir Mecnûn misali dalmış gözleri suya. Ahu gözleriyle suya bakar derin derin… ‘’ Sence suyun dibindeki tezahürünü mü seyrediyor?’’ – ‘’Belki de gördüğü tezahürü değildir. Yalnızca âşık olmayan kendi tezahürünü görür orada.’’ – ‘’ Öyleyse ne görüyor?’’ – ‘’ O şimdi kendi canını seyretmede.’’ Terk eder herkes Prens’i -yaşlı derviş hariç- Terk eder Prens’i Dünya, Ukbâ hariç. Ve uyanır Prens, geride sadece dervişin hırkası ve asası kalmıştır. Manevi dünya için maddi dünyadan vazgeçen Prens, giyer dervişin kıyafetlerini ve kaybettiğini aramaya başlar. Mavlânâ’nın deyişiyle , ‘Şeb-i Aruz’ vaktine kadar sürecek bir arayış. Hikayeler iç içe geçer, zaman algısı bambaşkadır, kronolojik ilerlemez. Şarkın masalına atıf vardır, Batı’nın zaman algısına da eleştiri gelir. Bab’ Aziz torunuyla oturup Prens’i anlatırken kucağında bir ceylanı sever. Ishtar’a‘Biz uzun zamandır tanıyoruz birbirimizi’ der. Prens aslında Bab’ Aziz’in gençliğidir, -İbrahim Ethem gibi gözleri bambaşka bir âleme açmanın simgesidir-bir ceylanı takiple başlayan, maddi âleme kapanırken manevi âleme açılan gözlerin sahibi bir yolcudur o. Âmâdır Bab’ Aziz, maddeye kapalı, manaya açık gözleriyle…
İkinci hikaye: Osman
Kum taşıyıcılığı yaparak baba mesleğini devam ettiren Osman babasının ölümünden sonra artık bu işi bırakmak ve kumsuz bir ülkeye gitmek için para biriktirir. Ayrılmadan önce, en iyi müşterisi olan Katip’in mektubunu götürmesi gerekir. Yasak aşkın elçisidir, gözlerinde şehvet vardır mektubun ulaştığı kadının yanındayken. Kadının kocasının gelmesiyle kaçarken kuyuya düşer ve farklı bir âleme geçer. Bir saraydadır ve âşık olduğu Zehra’yı görür orada. Zehra onu çölde yanan ateşe bakmaya gönderdiğinde orada sadece yanan bir palmiye görür, başka hiçbir şey göremez. Durmadan arar ama bir de bakar ki ne Zehra kalmıştır ne de saray. Bir damla suyun peşindedir, Bab’ Aziz onu nehre davet eder. ‘’ Anlat evladım, kalbin rahatlar!’’Ancak filmin sonunda, Osman’ın hikayesine değinilmez ve biz onun bir damla suda mı kaldığını yoksa nehre mi vardığını bilemeyiz.
Üçüncü hikaye: Zeyd – Nur
Uluslar arası ilahi söyleme yarışmasına katılanZeyd, birinci olur ve yarışmacılar tarafından muhabbet meclisine davet edilir. Meclisin başında bir genç kız/Nur vardır, okunan şiirleri dinleyen. Nur’la o geceyi birlikte geçirirler, çünkü okuduğu şiir, Nur’un kaybettiği babasının şiiridir. Bunu babasından işaret olarak algılayan Nur, sabah kestiği saçları ve geride bıraktığı kedisiyle Zeyd’i terk eder, babasını bulmak için yollara düşer. Nur, Zeyd’inpasaportunuda almıştır yani kimliğini, yani benliğini. Zeyd’de onu bulmak için yollara düşer. Zeyd’in aşkı, bir insana duyulan aşktır, Bab’ Aziz bunu, herkesin yerine getirmesi gereken bir görevi vardır, diye açıklar. Çünkü herkesin payına düşen aşk, ilahi aşk değildir. Herkes dünya çölünde kaybettiğini arar, ama herkesin kaybettiği farklı farklıdır. Pervane olmak herkesin payına düşmez.
Dördüncü hikaye: Hüseyin- Hasan
Camiiden çıkmayan Hüseyin’in, meyhaneden çıkmayan ikiz kardeşi Hasan. Hüseyin ölmeden evvel ölmeyi tercih edenlerdendir. Kızıl saçlı dervişten bunu ister. Neden ölmeyi tercih ettiğini anlamak için, görüntü kadar arka planda çalan müziği ve içinde geçen dizeleri de görmelidir izleyici:
Zaman neşelidir/ Biz ikimiz vuslata erince/ Sen ve ben/ İki ayrı suretiz/Fakat tek bir can/ Sen ve ben / sen ve benden kayıtsız/ Aynı neşenin sevinci.
Sonra Hasan çöllere düşer, kardeşini öldüren Kızıl saçlı dervişi aramak için, kendinden geçmiş ve çırılçıplak kalmışken çölde, derdin, kederin, intikam ateşinin içinde kaybolmuşken, hayatından vazgeçmişken, intikam almak istediği derviş tarafından kurtarılır ve kardeşinin ölümünün kardeşinin tercihi olduğunu öğrenir. Aslında burada, Hasan ve Hüseyin, ruh ve nefis gibidir. Ruhun yokluğunda, nefis payına düşenin ölüm korkusu ve çaresizlik olduğunu; nefsin, dünya çölünde yapayalnız ve kaybolmuş bir şekilde amaçsız dolaştığını hissederiz; biri olmadan diğerinin neşeden yoksun kaldığını ve kaybettiğini bulamadan o neşeye bir daha asla sahip olamayacağını. Sonuçta ruh ve nefis, tek bir can değil midir?
Beşinci hikaye: Kızıl Saçlı Derviş
Filmin başında sema ederken kendinden geçen, kendini mecnûn gibi aşka adayan, ‘’ Canınla süpür cananın eşiğini, ancak o zaman gerçek âşık olursun’’ diyerek canından, canan için vazgeçen bir derviştir. Sanki kainatı süpürüyor o tertemiz kalbiyle. Pervanedir, aşktan yanan. Sevgilinin kapısında bir kıtmir. Filmin içinde ama dışındadır/filmden bağımsızdır aynı zamanda. Her yerdedir ama hiçbir yerdedir. Varlığı, bir hikayeye dayanmaz diğer kahramanlar gibi. Bir hâlin aktarımıdır o. Aşkınlığı ve taşkınlığı temsil eder.
Altıncı hikaye: Bab’ Aziz – Ishtar
Tüm bu hikayelerin merkezinde duran, onlarla yolları kesişse de, farklı bir yoldan yoluna devam ederek kendi yolculuğunu yapan âmâ(kör) derviş Bab’ Aziz. Torunu Ishtar’la dervişlerin toplantısına katılmak için yolculuk yaparken aslında o, hayatının en önemli anına yolculuk etmektedir. Düğününe, doğumuna, kavuşmaya. Yeni bir hayata doğmak için, dolma vaktini bekleyen kabrini aramaya çıkan derviştir o. Kaybettiğini bulma anıdır ölüm. Tam bu ana geldiğinde Hasan’ı çağırır yanına, henüz hamdır Hasan, ölümden korkan, hayata anlam verememiş. Bab’ Aziz’in hikayesinin bitimiyle Hasan’ın hikayesi başlar filmde. Hasan onun kıyafetlerini giyerek ve asasını eline alarak, kaybettiğini aramaya yollara düşer. Dervişlik bir elden diğerine geçer.
Bu dünyanın insanları, Bir mumun alevi önündeki üç pervane(kelebek) gibidir.
İlk olan yaklaştı ve : ‘ ben aşkı biliyorum’ dedi. Bu, Osman’dır.
İkinci olan kanatlarıyla azıcık aleve dokundu ve: ‘ben aşk ateşinin nasıl yaktığını biliyorum’ dedi. Bu, Zeyd’dir. Üçüncü olan kendisini alevin kalbine attı ve alev tarafından tüketildi. Hakiki aşkın ne olduğunu sadece o bildi… Bu Kızıl Saçlı Derviş ve Bab’ Aziz/Prens’tir.
Filmde görüntüler kadar müzikler, kostümler, şiirler, hikayeler de önemlidir. Bir bütün oluşturduklarında anlamlıdırlar. Zor bir konudur anlatılmaya çalışılan, aslında birden çok konudur anlatılan. Doğu’nun Mesnevisi, ezgisi, şiiri, kelimesi, geleneği, sanatı, kültürü nakşedilir. Sadelikten uzaktır bu yüzden. Alabildiğine görkemli ve ihtişamlıdır. Dervişlerin toplantısına ulaşmak için, herkes kendi yolunu, kendi amacını, kendi armağanını kullanır, çöllerden geçer, farklı rotalar çizer. Zaman zaman kesişse de yollar, herkes kendi yolundan gitmelidir ve filmin başlarında denildiği gibi:
‘’Dünyadaki ruhlar adedince Allah’a giden yol vardır!’’
Sona gelinir, sûfîlerin müzikli ve danslı buluşma sahnesi Cenneti andırır, Bab’ Aziz’in burada olmayışı da Yunus’un ‘Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni’ anlayışıyla açıklanabilir.
Tüm bunların üzerine finalindeki muhteşem diyalog nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor aslında:
‘’ Hassan..seni bekliyordum.’’
‘’Beni mi bekliyordun?’’
‘’Ölümüme şahit olman için.’’
‘’Neden ben? Ben ölümden çok korkarım..’’
‘’Biliyorum. Anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki: ‘’ Dışarıda aydınlık bir dünya var, yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan… Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun..’’Doğmamış çocuk, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için, hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi. İşte bu yüzden korkarız. Ölüm nasıl olur da son olur Hassan oğlum? Benim düğün gecemde mutsuz olma. Sonsuzlukla olan evliliğimin artık zamanı geldi.’’
* Sanatın amacı insanı ölüme hazırlamaktır.
“İnsan nasıl da biraz durup varlığının anlamı konusunda mevcut diğer görüşlerden herhangi birisine eğilmek ihtiyacı duyuyor. Doğu her zaman ebedi gerçeğe Batı’dan daha yakındı ama Batı uygarlıkları maddi hayat beklentileriyle Doğu’yu yutuverdi. Bunu anlamak için doğu müziğiyle Batı müziğini karşılaştırmak yeter de artar bile. Batı, ‘işte ben buyum!’ diye bağırıyor. ‘Bana bakın! Dinleyin, hem sevgiden hem acıdan nasıl da anlıyorum! Nasıl hem mutlu hem mutsuz olabiliyorum! Ben! Ben! Ben!’ Doğu ise kendisiyle ilgili tek bir kelime bile söylemez. Kendini, Tanrı’nın, doğanın, zamanın içinde yeniden bulur. Her şeyi kendi içinde keşfetmesini bilir. Doğu uygarlığının görüşleri bir sonuçtur, topraktaki tuzun tuzudur, gerçek bilgi ancak ondan fışkırır.”(AndreyTarkovski)
* Sinema salt görüntü yahut müzik ya da sözden ibaret değildir. Filmlerinde üç boyutlu bir derinlik yakalayan Nacer Khemir’ı bir gün gerçek sinemanın tartışıldığı günler gelirse eğer, o zaman çok fazla konuşacağız.