BİR REKLAM

.

‘’Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm’’ 

 

Bülent Özdaman'ın yazısı: 

Nikos Kazancakis’in unutulmaz romanı Zorba, 1964 yılında Mihail Kokoyannis tarafından beyazperdeye uyarlandığında başrolü Anthony Quinn oynadı. Aleksi Zorba’nın yazarın kaleminden çıkmış bir hayal ürünü mü, yoksa ete kemiğe bürünmüş gerçek bir karakter mi olduğu hâlâ yanıtı bilinmeyen bir soru olsa da, Kazancakis’in mezar taşında yazan, ‘’Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm’’ sözleri, bir bakıma yazar ile kahramanının arasındaki yakınlığın izdüşümü gibidir.  

 

“BANA DANS ETMEYİ ÖĞRET”

Nikos Kazancakis, hayatını anlattığı El Greco’ya Mektup’un önsözünde şöyle der:

‘’Hayatımda manevi bir rehber, Hintlilerin dediği gibi bir guru, Aynaroz’da söylendiği gibi bir ihtiyar seçmem gerekseydi, mutlaka Zorba’yı seçerdim. Çünkü onda bir mürekkep yalayıcısının kurtulması gereken her şey vardı. O tüm engelleri, ahlâkı, dini ve vatan kavramını yerle bir eden biriydi ve yoksul yaşamının orta yerinden olanca güveniyle ‘insan’ yükseliyordu.’’ ve devam eder:

‘’Yazmakla güzellik için değil, kurtuluş için mücadele etmekteydim. Güzel bir cümleyi süzerek, zengin bir kafiyeyi düşünerek sevinen gerçek bir yazar değil, kendim de acı çeken, mücadele edip kurtuluş arayan bir insandım.’’

Aleksi Zorba’nın, Nikos Kazancakis’in kaleminden çıkan bir hayal ürünü mü, yoksa ete kemiğe bürünmüş gerçek bir karakter mi olduğu yanıtı bilinmeyen bir sorudur hâlâ. Fakat Aleksi Zorba, yönetmen Mihalis Kokoyannis tarafından beyazperdeye aktarıldığında da kanlı canlı, yaşayan bir kahraman olarak hayat buldu adeta.

Anthony Quinn’i Aleksi Zorba’ya yaklaştıran bir öğe midir bilmiyoruz ama Quinn ve Zorba’nın ortak bir yanı gözden kaçacak gibi değil. Quinn de Zorba gibi çok çocuk yapmıştır, ikisi de oğullarından birini üç yaşında kaybetmiştir. Quinn’in dediği gibi ‘’dokuz çocuğum olmasına rağmen, üç yaşındayken kaybettiğim çocuğumun gözlerindeki bakışı hiçbirinde bulamadım.’’  Zorba’da kaybettiği üç yaşındaki oğlunun bakışlarını unutamadığını söyler bir gün Patron’a. Zorba çocuğunu kaybettiğinde, içinde büyüyen ölme arzusundan kurtulmak için kalkıp danseder, tıpkı mutluluktan içi içine sığmadığında yaptığı gibi.

1964 yapımı siyah beyaz filmin kurgusu kitaptakinden çok farklı değil. Filmin başrol oyuncusu Zorba’yı canlandıran Anthony Quinn aynı zamanda filmin yapımcısıydı. Filmde yaratılan başarılı görsel atmosfer 1965 yılında Vassilis Photopoulos’a En İyi Sanat Yönetmeni ve Walter Lassally’ye ise En İyi Görüntü Yönetmeni Oscar’ını kazandırdı. ABD Ulusal Eleştirmenler Birliği, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü Anthony Quinn’e verdi. Film için ‘’Anthony Quinn’i Anthony Quinn yapan filmdir’’ denildi. Hafızalara kazınan müzikler ise bilindiği gibi Mikis Theodorakis’e ait.

Film de romandaki gibi başlıyor. Yağmurlu, puslu bir günde gemi rötar yapmış, havanın dinginleşmesini beklemek zorundadır. Alan Bates’in canlandırdığı Basil, -biz de ona Zorba’nın dediği gibi ‘Patron’ diyelim- Girit’e, babasından ona kalan linyit madenini işletmek üzere yolculuğa çıkmıştır. Zorba uzaktan izlediği Patron’un bir ‘kağıt faresi’ olduğunu ilk bakışta anlamıştır. Patron’sa vakit geçirmek için gittiği kahveden içeri adımını attığında, yaşamına damgasını vuracak bir yaşam rehberi bulduğunun henüz farkında değildir.

 

Zorba, Patron’un yanına yaklaşır ve ‘’Beni de götür’’ der. Patron bu teklifsizlikten rahatsız, ‘’neden?’’ diye sorar, ‘’sen nedensiz bir şey yapmaz mısın ?’’ der Zorba, ‘’öylesine işte, beni de götür.’’ Patron düşünmeye başlar. Zorba ölçüp, biçip, tartarak yaşamayı çoktan bırakmıştır. ‘’Senin de terazin var ha, Dirhemle ölçüyorsun demek?’’ Bundan sonra Zorba’nın kılavuzluğunda yaşam dersi almaya başlar, Patron da, okur da, izleyici de.

Patron’un ‘’ne iş yaparsın?’’  sorusuna verdiği cevap oldukça ironiktir:

‘’Bütün işleri! Ayak, el, kafa işlerini! Bir de iş seçecek değiliz ya. Çorba sevmez misin ?’’

Patron, bu teklifsiz, yaşlı, deli dolu adamı sever, Girit’teki linyit madeni için Zorba’nın işe yarayacağını düşünerek  ikna olur ve Girit’e yolculuk başlar.

Kokoyannis’in çizdiği Girit resmi, Kazancakis’in kafamızda yarattığı Girit resmiyle epeyce örtüşür. Savaştan yorgun düşmüş yoksul insanlar, Zorba ve Patron’un gelişini sevinçle karşılarlar. Köyün tek pansiyonu olan Madam Ortans’ın evine yerleşirler. Eski bir şantöz olan madam için de, köylüler içinde ve  güzel dulu canlandıran Irene Papas için de bu yeni konuklar umut olurlar.

Madam Ortans’ı oynayan Lila Kedrova, savaş sırasında bir Rus amiralin peşinden Girit’e gelmiş, donanma Girit’i terk ettiğinde ise onların dönmesini bekleyerek ölüme yaklaşan, yarı bunak bir kadını canlandırdığı performansıyla 1965 yılında En İyi Yardımcı Kadın Ödülü’ne layık görülmüştür. Kedrova’nın ölüm döşeğindeki performansı izleyiciyi ölüme yaklaştıracak kadar ürpertir. Patron ve Zorba’nın gelişi, Madam Ortans’ın evine de neşe getirir. Birlikte yedikleri akşam yemekleri, yaptıkları danslar, Zorba’nın Madam’a yaklaşımı kadınlara ilişkin gözlemlerini de aktarır izleyiciye. Zavallı madamı memnun etmek için yalanlar söyler, gerçeği söyleyerek onu üzmek istemez. O’na göre kadın zavallı bir yaratıktır. Sürekli kadın konusunda yüreklendirdiği Patron’u Güzel Dul’a gitmesi için yüreklendirir, köydeki hiç kimseye yüz vermeyen dul kadın, Patron’un evinin penceresinden gizlice izler. ‘’Yatağında yalnız yatan her kadından bir erkek sorumludur.’’ Dese de hiçbir şey ikna edemez Patron’u.

İki dost linyit madenini üzerinde çalışmaya başladıklarında, madamın evinden de ayrılırlar. Geceleri sohbet eder ve içki içerler. Zorba’nın keyfi yerindeyse dans eder, santurunu çalar. Bu sohbetler zaman zaman vatan sevgisine ve savaşa kadar uzanır. ‘’ Bir zamanlar diyordum ki: Bu Arnavut’tur, bu Bulgar’dır ve bu Yunanlıdır. Ben vatan için öyle şeyler yaptım ki Patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem ne… Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum:  Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum! Hepsi benim için; şimdi iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve yediğim ekmek üzerine yemin ederim ki, ihtiyarlandıkça da, buna bile bakmamağa başladım gibime geliyor. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte… Boşversem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da Tanrı’sı ve zıt Tanrı’sı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be… Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.’’

 

Zorba’nın hayattaki her leye ilişkin bir bakış açısı vardır ve bunu korur. Daha önce söylediği gibi kafasıyla da çalışır Zorba. Linyit madenini hayata geçirmek için dağdan odun indirmenin bir yolunu bulur. Günlerce bu yol üzerine bir mimar inceliğiyle çalışır. Papazlarla içki içer ve onların dostluğunu kazanır. Patron’u ikna ettiğinde, cebine koyduğu paralarla Rodos’un yolunu tutar. Sefahat içinde geçen Rodos günleri Patron’u mektupsuz bırakmaz. Onun yokluğunda huzursuz bekleyiş sonucu Patron, şeytanın bacağını kırar ve kendini Güzel Dul’un evinde bulur. Güzel Dul’u canlandıran Irene Papas Elia Kazan’ın keşfi olarak sinemaya kazandırıldığını da söylemeden geçmeyelim.

Başarısız linyit girişimi Zorba’nın deyişiyle ‘’şeytan aldı götürdü’’ noktasına gelir. Zorba Tanrı’nın elinde bir sünger olduğuna inanır, Tanrı bu süngerle isterse her şeyi siler ve baştan başlar. Zorba da elinde tuttuğu süngerle olaylara ‘’sünger çekmesini’’ bilir. Film başarısız linyit girişiminden sonra, Patron biraz Zorba’laşmak yolunda adım atmıştır. Birlikte kumsala inip, ateşte çevirdikleri kuzuyu yer ve dans ederler. ‘’Bana dans etmeyi öğret’’ der Patron. Film Zorba Patron’la sirtaki yaparken sona erer.

Fakat kitap Zorba’nın ölümüne kadar devam eder. Patron mürekkeple zehirlenmiş biri olarak kağıt, kaleminin arasına döner. Zorba ise Kuzey’in yolunu tutar. İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günleri, Almanya’da büyük açlığın hüküm sürdüğü günlerde, Patron Zorba’dan bir telgraf alır. ‘’Çok güzel yeşil bir taş buldum, hemen gel-Zorba’’

Önce kızar, ardından içindeki gerçek sesin, insanlık dışı sesin bir çağrısı olduğunu gördüğünde ürperir. Gelemeyeceğinin sebeplerini anlatan bir mektup yazar Zorba’ya.

Zorba’nın cevabı basittir. ‘’Kusura bakma Patron ama, sen bir kağıt faresisin. Şu zavallı sen de, hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş görebilirdin, ama göremedin. Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi kendime  düşünüyordum: ‘’Cehennem var mı, yok mu ? diye. Fakat dün mektunu alınca şöyle dedim: ‘Bazı kağıt fareleri için kesinlikle bir cehennem vardır.’ Bu aralarındaki son haberleşme, yazışma olur. Zorba’ya hayran bitirirsiniz filmi de kitabı da. Hesabı kitabı yoktur Zorba’nın, ağız dolusu haykırır, keyfince santur çalar, topuklarını yere vura vura danseder. Sırtını Girit’in dağlarına vererek yüzü Türkiye’ye dönük:

İki keklik bir tepede ötüyor;
Ötme de keklik, derdim bana yetiyor,
Aman aman! 
 Türküsünü duyar gibi olursunuz. Sizden, içinizden bir Zorba çıkar mı? Diye beklersiniz.

‘’Hiçbir şeyden korkmuyorum, hiçbir şey ummuyorum, özgürüm!’’ diye yazar Kazancakis’in mezarında. Zorba’nın şiarıdır bu, kendisinden öncekilere hiç benzemeyen bu özgürlük tanımı.