BİR REKLAM

.

              Belki de yağmurlardır sebebi…

 

             Yazan: Zahit Borak

          Ayrılık hayatımızın yaprak dökümü, Sonbaharıdır. Her ayrılık geçmişinden koparılmanın ilk adımıdır. Herkesin hayatında ayrılıkların derin izler bıraktığı bir anısı vardır mutlaka. Ya bir yakınımızı uzaklara göndermişiz, ya da kendimiz ailemizden sevdiklerimizden uzak kalmak zorunda kalmışız. Hayatın cilvelerinden olan ayrılık; hasreti, kavuşmayı, sevdiklerinin değerini daha iyi anlamayı ve hayata dair bakışları değiştirir. İnsanı olgunlaştırır dirençli olmayı sağlar. Ayrılık hasretini en iyi bilenlerdenim. İlkokuldan sonra yatılı bölge okuluna gitme serüveni benim için bir sonbahar demekti. İlkokulu yeni bitirmiş bir köylü çocuğunun ailesinden ilk ayrılışıydı benimki. Bu ayrılış ağaçtan düşen bir yaprak gibi savrulma endişesi oluşturmuş, yüreğimi burkmuştu. Ne zaman bir yatılı okul binası görsem, ya da yatılı öğrenciye denk gelsem eski günlerimin hatıraları canlanır gözümde. Endişeli, dokunsan ağlayacak bir ruh haliyle okula ilk gidişim dün gibi hatırımda. Sonbahar; benim için sadece baba ocağından ayrılmak anlamına gelmiyor, aynı zamanda yeni hayata merhaba demek oluyordu. Şair Metin Altıok “Sonbahar” şiirinde ahvalime tercüman oluyor: “Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin, / Yağmur ince ince toprağa sinsin, / Bir başka âlemden gelmiş gibisin, / Dalmış gözlerinle pencerelerde…”

         Yazın bunaltıcı sıcaklarından kurtulmanın, serinliğin sağaltıcı atmosferine geçiş mevsimidir sonbahar. Yorgunluğun, ataletin dinginliğe evrileceği bir dönem. Kuru sıcak yaz ortamından yağmura ve serin rüzgarlara geçişin iklimidir. Ağaçların renkten renge girdiği, ne çok sıcak, ne de çok serin konfor oluşturan havası, arada çiseleyen yağmur Sonbaharı en güzel yaşanılabilir mevsimlerden birine dönüştürür. Ağaçlardan dökülen yaprakları savuran rüzgâr, bazen bu sesi bir melodiye dönüştürür. Yaprakların hışırtısı aşkların senfonisi gibidir. Bunu en iyi âşıklar bilir.

         Bu manzara bana çocukluğumuzun Türk aşk filmlerinden bir sahneyi hatırlattı. Aşktan bahsedilince hatıramda canlanan anılardan bir tanesi de bu aşk sahnesidir. Şöyle bir sahne hayal edin. Arkaları dönük el ele bir çift, ormanda patika yolda yürüyor. Üzerlerinde ki pardösülerin etekleri rüzgârda savruluyor. Başları önlerinde derin bir sohbete dalmış, arada bir birbirlerine dönerken aşkla gülümseyen, mahcup bir eda ile bir birlerine yaslanan bir çift getirin gözlerinizin önüne. Ayaklarının dibine dökülen yaprakların hışırtısı, koyu sohbetlerine eşlik ederken, ağır adımlarla yürüyen... İçinizi ılıtacak, maziye taşıyacak türden bir hatıra... Bu manzara bende platonik aşkın tarifi olmuş, adeta aşık olmak için sonbaharı beklemek gerektirdiği kanısı oluşmuş… Türk edebiyatının önemli şairlerinden Cemal Süreya bir şiirinde sonbaharın bu manzarasına eşlik eder nitelikte; “Şimdilerde altından geçtiğim bütün ağaçlar yapraklarını döküyor. Havada hazan var, yüreğimde hüzün...”

        Sonbaharda şairler daha içten, daha olgun mısralara hayat verir. Şiirler daha derinleşir melankoli bir ruh haline tekabül eder. Şairlerin sonbaharda ki hüznü sararan yapraklar misali hazana dönüşür. Özdemir Asaf’ın dizelerine: “En sevdiğim mevsime geldik...”diyor ve ekliyor; “Yapraklar sararacak, gök gürültülü yağmurlar yağacak. Sonbahar, hüzündür; hüzün ise, ben demektir…” Bayrak şairi Arif Nihat Asya ise sararan asama salkımlarının kehribara benzettiği “Güz şiirinde” ne de güzel dile getirir: “Aşina asmaların çardakta / Kehrübar salkımı bir kâkül olur. / Kınalanmış gibi dağlar, dereler / Ne güzel güz, ne güzel Eylül olur.”

 

       Zamanımızda her köyde ilkokul imkânı yok. İlkokul olsa bile sonrasında ortaokula, liseye gitmek için ailelerinden ayrılmak zorunda kalırlardı. Şimdi de bazı yerlerde ortaokul olsa bile, köylü taşralı çocuklar liseye gitmek için ya yatılı okullara gitmek ya da yurtları olan okullara gitmek zorunda kalıyorlar. Ülke nüfusumuzun önemli bir bölümü; köy, mezra gibi yerleşim yerlerinde ikamet etmektedir. Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde iklimin elverişsiz olması, ekonomik sıkıntılar, okulun evlere uzak oluşu eğitimi zorlaştırıyor. O yüzden il ve ilçe merkezlerinde Yatılı Bölge Okulları var. Zamanımızın en önemli eğitim kurumlarından olan yatılı bölge okulları bugün hala eğitim faaliyetlerine devam ediyor. Okullaşma oranının düşük olduğu dönemimizde, yatılı bölge okulları yoksul biz taşralı çocuklar için bir kurtuluş olarak görülürdü. O yüzden imrenirdim şehirli çocuklara. Apartman odalarında büyüyen çocukları hep şanslı görmüşüm o yüzdendir. Mahrumiyet nedir bilmeden büyüyen çocukları. Sobayı, tezeği bilmeyen, resimlerden öğrenen çocukları.

          Okulun yatakhanesindeki ilk gecemi hatırlıyorum; ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Yorganın altına girip gizli gizli hıçkırarak ağladığım anlar aklıma geldikçe bir yanlarım acır. Ayrılığımın verdiği acının yanına, yalnızlığın endişesi de eklenmişti. Çocuk ürkekliği ile ortamı anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyordum. Kafamda deli sorular; üşüdüğümde kim örtecekti üstümü? Acıktığımı kime söyleyecektim? Annenin uyarılarına alışmışlığın verdiği çocukça endişelerdi bizimkisi. Çocukların bulundukları ortama çabuk adapte olmaları gibi bir avantajları vardır. Çabuk öğrenebiliyorlar. Ürkek ve acemi bir ruh haliyle yataktan kalktım. Arkadaşlarım yorganlarını düzeltirken ben de onlara bakarak yapmaya çalıştım. Kahvaltıya gidilecek dendiğinde elimizi yüzümüzü yıkayarak yemekhanede sırayla masalara oturmuştuk. Masların üzerinde metal tabaklar, tabaklarda bir parça peynir ve birkaç tane zeytin vardı. Bir de çaydanlık. Çaydanlıkta şeker katılmış tatlı çay vardı. Hiç de alışık olmadığım türden bir kahvaltı. Masadaki çelik bardakla çayı içmiştik. En çok ilgimi çeken bu olmuştu. O çelik bardağı ne zaman görsem o günleri hatırlarım.

        Zaman geçtikçe, arkadaşlıklar kurdukça hayat daha da kolaylaştı tabi. Kışın bitişi, sert rüzgârlar, üşüten yağmurlarla beraber değişen hava hasta eder. Bazen hasta olurduk bu mevsimde. Yatakhanelerde battaniye altında ateşler içinde çaresizliğimizle baş başa kalırdık. Arkadaşlarımız sahip çıkar, çorba getirirlerdi yatakhaneye. Arkadaşlarımızla birbirimize kol kanat germiştik zamanla. Birbirimizin anne babası olmuştuk adeta. Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı filmindeki gibi. Candan arkadaşlıklarımız, esprilerimiz, zamanla okuldan kaytarmalarımız, birbirimizi kollayışlarımız, kovalayışlarımız oldu. Hababam Sınıfı filminde gördüğümüz sahneler, adeta yaşadığımız yatılı öğrenciliğimizin filmi gibiydi. Çok sahici ve çocukça arkadaşlıklar kurmuştuk. Bizde de; “Güdük Necmi,” “İnek Şaban” gibi farklı lakaplar vardı. Pelte Hüseyin, Kara Hasan gibi lakaplar. Benim de bir lakabım vardı. Lakabım Atatürk’tü. Gözlerimin yeşil olması ve galiba biraz da çalışkan olmam hasebiyle ilkokul öğretmenim sebep olmuştu.

       Sonbaharda çıplak ağaçlar, mutsuz yüzler gibi görünür. Yapraklar asfaltta sere serpe savrulurken, bulvarlarda üşüyerek tıka basa gelen otobüsleri bekleyen yolcular aklıma gelir. Otobüslerde nefeslerin ısıttığı camların buğusunu elleriyle silenleri görünce sonbaharın serinliğini hissederdik. Kasım ayı soğuğu elleri üşütürken sonbaharın gelişini anlardık.

         Bir de Sonbaharda okul günlerimizin disiplinli müdürleri aklıma gelir. Şımardığımızda kulağımızı çeken, suratımıza şamar vurduğunda gözlerimizde adeta şişekler çakan türden. Sert disiplinli bir okul müdürümüz vardı. Üşüyen ellerimizin parmak uçlarına sopayla vurarak cezalandırırdı. Şımardığımızı gördüğünde ellerimizin parmak uçlarına sürekli elinde taşıdığı sopayla vururdu. O vurduğunda şimşekler çakardı gözlerimizde, adeta kırmızı güllere dönerdi parmak uçlarımız. Okul Müdürümüzün lakabı “Azman”dı. Azman’ı görmemek için köşe bucak kaçardık. Bir gün dışarda oynarken bir arkadaşımla takışmış, küfürleşmeler yaşamıştık. Azmanı görmemiştik fakat o bizi görmüştü. Yukardan bize bakan Azman’ın bizi çağırdığını arkadaşlarımızın uyarısıyla anladık. Yukarı bakınca işaret parmağıyla bizi işaret ederek çağırdığını gördük. Korkudan bacaklarımız titreye titreye Azman’ın yanına vardık. “Ulan bacaksızlar niye küfrediyorsunuz? Birleştirin parmak uçlarınızı” dedi. Elindeki sopayla parmaklarımızın ucuna vurdukça vurdu. Elimize vurdukça bağırıp acısını dindirmek için ya ağzımıza götürür ya da pantolonumuza sürerek sızısını dindirmeye çalışırdık. Sızısını hâlâ dün gibi yüreğimde hissederim. “Bir daha yapacak mısınız?” diyerek yüreğimize iyice korku salmıştı. Yemin billah ederken sızlayan parmaklarımızın acısını dindirmek için soğuk suya tutmamızı salık verdi arkadaşlarımız. O yüzden Ekim ayı bu hüznüme eşlik eder… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Sonbahar” şiirindeki dizeleri anımsatır o günlerimi. “…Düşünme mevsimi inleten rengi / Elemdir mest etsin ruhunu / Eser rüzgârların durgun ahengi. / Yan yana sessizce mevsimle keder / Hicrana aldanmış kalbimde gezin / Esen rüzgârlara sen kendini ver.”  

        Dökülen sarı yapraklar, daha erken kararan akşamlar, birden bastıran yağmurlar, ürperti oluşturan rüzgârlar… Sonbaharı, yüreğimizle işleyen sonbahar şarkılarıyla karşılamak isteriz. Güneşin bir şiir gibi doğduğu, denizin renginin daha bir koyu olduğu bu mevsimde hüzünlerin, yoklukların, ayrılıkların acısını daha bir sağlam hissederiz. Ama bu hüznün de tadı bir başkadır. Özellikle de müziğin sizi nasıl onaracağını, tüm dünyanızı nasıl iyileştireceğinizi biliyorsanız. Halil Sezai’nin “Sonbahar” şarkısında tezahür bulur bu ruh hali: “Derdi nedir bu sonbaharın? / Neden soldurur gülleri?  Nereden bulur bu insanlar ben mutsuzken gülünecek şeyleri? / Derdi nedir bu sonbaharın? / Neden soldurur gülleri?”

       Neyse ki yalnız hüznün mevsimi değildir Sonbahar. Kimine göre huzurun mevsimidir, tükenmişliklerden silkinip arınmak, sonun var olduğunu kabullenmektir. Üstat Necip Fazıl Kısakürek: “Aslında yaprak sıkılmıştı ağaçtan… Bahaneydi sonbahar” diyerek bahanelerin ardına sığınanlara bir ders verir adeta. Bizim de bahane uydurup çocukça şımarıklıklarımız vardı. Bir gün bir arkadaşımızın babası köyden gelmişti. Keteler, börekler, un helvası türü şeyler getirmişti. Arkadaş bize çaktırmadan dolaba yerleştirmişti. Bizden kaçar mı, çaktırmadan takip etmiştik. Onun olmadığı bir zamanda dolaba dalmış ne var ne yok silip süpürmüştük. O gün arkadaşımızla alay etmiş, az küfür işitmemiştik. Kimin umurunda, gülüp eğlenmeye devam etmiştik. Günümüz şairlerinden, Güngör İrdem’in dediği gibi: “…Bir zamanlar çocuktuk / Ayıp diye bir şey yoktu oyunlarımızda / Büyüklere inat / Ne kadar şımarsak / O kadar çocuk olurduk…”

       Sonbahar melankoliye büründürür insanı. Hüzün de o yüzdendir zaten. Sanki ömrün bitişi gibidir. Son demleri insanın. Yapraklar dökülürken, ağaçlar çırılçıplak kalırken, muhteşemliğin bir sonu olduğunu hatırlatır. İnsan ömrüne tekabül ediyor sanki. Ömrümüzün son demi gibi algılanır. Sonbahar depresyonuna karşı bir yöntemle direnç gösteriyor adeta insanlar. Hem de çok basit bir yöntemle, umut veren, mutlu eden şarkıların yardımıyla. Melankolik şarkıların vazgeçilmez isimlerinden Feridun Düzağaç’ın aşk şarkılarından biri olan, “Son Yaprağıydı Güzün” şarkısı, hüzünlü yapısıyla da unutulmazlar arasındadır: “Son yaprağı düştü güzün / İçimin buruk çığlığı artık yüzün / Aşk bazen bir düş yarası / Ne çok tanıdık bildik bu hüzün “

       Sonbahar birçok şarkıya kaynak olmuş, Birçok şaire ilham olmuş, nice romanlara, hikâyelere, filmlere konu olmuştur. Bu mevsim hissettirdiği duygu ve düşünleriyle insanların dillerine güzel ve anlamlı sözlere yansımıştır: “Seversem eğer sonbaharda severim, sevginin sıcaklığı en güzel o zamanda hissedilir.” / “Sen gidersen ansızın sonbahar olurum, yağmurlar dökülür yanaklarıma.” / “Bir mevsim gibi gel bana. Senden sonra ne hazan kalsın, ne yaprak dökümü...” / “Bilseydim sonbaharda yağan yağmurlar değil benim gözyaşlarım olacağını, senden ne olursa olsun ayrılmazdım.”

        Sonbahar, doğanın en etkileyici mevsimlerinden biridir. Yaprakların sarı ve kahverenginin en güzel tonlarına büründüğü mevsimdir. Yaprakların renk değişimi ve dökülmesi, doğanın yavaşça uykuya dalmaya hazırlanışını simgeler. Bu mevsim, hem hüzün hem de yenilenmenin sembolü olarak, şairlere ilham kaynağı olmuştur. Cahit Zarifoğlu: “Bir ölüm vefalı bir de sonbahar,” der. Diriliş Muştusu’nda Sezai Karakoç mevsimleri irdelerken Sonbahara eleştiri görevini yükler: “Bahar, yaprakları acar, /  çiçekleri ortaya saçar. / Yaz, yemişleri toplar. Sonbahar eleştirir. / Kış, öldürücü darbesini indirir. / Ölümü vurgular. Değeri, ölümle tartar.”

        En azından kış kadar korkutucu değildir. “Milena’ya Mektuplar”da da Franz Kafka, değişen ve değişken havanın etkisinden bunaldığını anlatmaz mı? “Artık sonbahar da oyun oynuyor benimle… Zaman zaman kuşkuya düşecek kadar yanıyor, yine kuşkuya düşecek kadar üşüyorum…” Belki de William Shakespeare’in dediği gibi kaygılarımız üşütüyordur içimizi: “Nice yazlardan sonra, kaygılarımızın kışı gelir.” Belki de yağmurlardır sebebi… “Yaz yine öylesine biter / Daldan dala, sorumsuz. / Sonbahar yağmurları başlayınca / Yine kötümser olursunuz,” diyen Behçet Necatigil haklıdır belki de. Doğanın dönüşüm süreci, mevsimler insanın içsel yolculuğu ile paralel bir şekilde ele alınır. Şiirin her dizesinde, sonbaharın melankolik fakat aynı zamanda huzur veren atmosferi hissedilir. Zeki Müren’in seslendirdiği şu eserde, Sonbaharın insan ruhunda bıraktığı derin izleri hissedersiniz. “Seninle bir sonbahar mevsimiydi tanıştık / Sanki birbirimizi yıllarca aramıştık / Düşmeden el diline mesut günler yaşadık / Yabancı olduk şimdi, yazık birbirimize / İstersen gel dönelim eski günlerimize.”

       Sonbahar güzeldir, güzelliklerle bezenmiş bir mevsimdir. Eylül’ü, Ekim’i, Kasım’ı, nice anılarımızı barındırır bünyesinde. Nice aşklara, şiirlere, filmlere, edebi metinlere konu oluşturur. Okul günlerimizin en unutulmaz anılarını, özellikle ayrılıklarımızı anımsatmaya devam etmektedir.  Sait Faik Abasıyanık “Son Kuşlar” yazısında Sonbaharı ne güzel de anlatıyor: “Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir.”