YAŞAMAYA ÇOK VAR
EDEBİ IZDIRAPLAR
Aziz Kemal NAFİ
Soğuk bir Ekim akşamı. Evdeyim. Pencerenin kenarlarından sızan soğuk, masanın altından ayaklarıma vuruyor. Ne zamandır sana yazmayı düşünüyordum fakat bir türlü mümkün olmadı. Günlerce yazacaklarımı planlayıp durdum. Kahvaltıda, yolda, işyerinde, fakültede hep düşündüm. Anlatmak için öyle çok konu varmış ki, buna ben bile şaşırdım. Nihayet masa başındayım.
Görünen yüzüyle bütün işler yolunda. Dışarıdan bakıldığında pür neşeyim. Hüznümü saklamaktan daima haz duymuşumudur. Bir tür kıskançlık. Yanımdaki adama saatlerce şarkılar söyleyebilirim. Beni tanımıyorsa harflerin üşüdüğünü anlayamaz. Bir ruh hali sarmış ki beni, savaş meydanında bahar şarkıları mırıldanıyorum. Sanki her yanımdan mermiler geçiyor ve ben yattığım cephenin iki üç adım ilerisindeki menekşeye bakarak umut vardiyalarında geziyorum. Bugünlerde hep aynı soru takılıyor zihnime. Hayat, bu dünyadan ibaret olsaydı ne yapardım? Kaygılarla yüklüyüm, ölümle bitmeyecek kaygılar. Senin de var, biliyorum. Olmalı da, çocukluktan itibaren yüreğimizde kabaran korku ve hayallerle yetiştik biz. Daima gerisine uçtuk zamanın. Gösterilene değil gösterene baktık. Meth-i nakış nakkaşa raciydi.
Bekledim. İnanmak için sıranın bana gelmesini bekleyip durdum. Bir de bana sorulmasını istedim. Kimse sormadı. Benim gibi birçok genç inanarak değil inandırılarak yetişti. Kahramanlarımız vardı, her defasında aynı rüyaları anlatan, rüya başarısız çıkınca da kusuru uyuduğumuz yataklarda arayan kahramanlar. Soru yoktu, şüphe yoktu, düşünmek yoktu. Yalnızca inanmamız gereken gerçekler vardı. Merak edip sorduğumuzda "Hadi ordan kerata, dün burnun akıyordu. Bugün kalkmış itiraz ediyorsun." diye karşılayan hocalarda okuduk. Şükür ki düşünceye henüz gem takılamıyor.
Lise ikinci sınıftayım. Üniversiteyi yeni bitirmiş matematik hocamız, aynı zamanda sınıf hocamızdı. Rehberlik dersinde belli konular ortaya atıp fikrimizi sorardı. Neye uğradığımızı şaşırırdık. Ya bu kadının aklından zoru vardı ya da beynimizi çelmeye çalışıyordu. Kim olursa olsun sorgulamaya başladım. Babamı bile sorguya çektiğim olurdu. Sağolsun, terslemez, anlattığım konular ciddiymiş gibi yanıtlardı. İlkokul mezunu babam beni anlıyordu, bu bana çok şey anlattı. Kendimi geliştirmem için elinden geleni ardına koymazdı. Kendime güvenmemi sağladı babam. Herkese ve her şeye karşı çıktım. Birilerinin idealleri için koştum yıllarca, onların beklentilerine cevap verdim. Uslu çocuktum, utangaç, efendi, terbiyeli. Sırf başkalarına yaranma amacı taşıyor diye ahlakımdan dahi nefret ederdim. Lise sonda felsefe dersine Hülya adında bayan bir hoca geliyordu. Bende müthiş bir ilgi vardı felsefeye. Sosyoloji ve felsefeye çok yakındım. Ders bitinceye kadar hatta ders arası bile sorular sorardım hocaya. Çünkü bana o konuda ne düşündüğümü sorardı. "Bilgi erdemdir" cümlesini anlattığı ilk derslerden birinde ilk kez bana fikrimi sormuştu. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Belki ders icabıydı ama binde bir rastladığımız bir olaydı fikri sorulmak. Benim düşüncemi soran iki hocam vardı, ikisi de ders sezonunun sonunda benim ilerde bir şeyleri başaracağımı söyledi. İnsana değer vermenin ne demek olduğunu o kadar erkeğin içinde iki kadın hocadan öğrendim. Bir de Şükrü Hoca. Her konuda konuştuğu halde gizlenmeyi başaran, bir sır gibi kendini saklayan adam, sürekli umutlarımı yıktı, sürekli hayal kırıklığı yaşattı. Çünkü gerçekleri anlatıyordu. Onu tanıdıktan sonra hayal kırıklığına uğradığımı hatırlamıyorum. Bugün geldiğim yerde babamdan sonra en çok onların payı oldu. Ya annem? Fakülteyi bitirmek üzereyim fakat annem kadar bilgili olduğuma inanmıyorum. Onun başarılarına hala ulaşamadım. Kur'an okumasını bilmeyen annem, benim okumamı sağlayan ilk hocamdı aynı zamanda. Bazen korkardım, eğer annem okumuş olsaydı kimse önüne geçemezdi. O da söylerdi: "Dua edin, okutmadı babam. Okusaydım gösterirdim ben size." İlkokul bile okumayan kadın, beni ilkokulda birinci yapmıştı. Babamın ve Şükrü Hoca'nın dışında, başta annem, önümü açan hep kadınlar oldu. Üniversiteye geldikten sonra bir iki adam tanıdım. İkisi de iş güç sahibi, evli kişilerdi. Şükürler olsun ki onları tanıdım. Edebiyatla tanışmam, okuma aşkım onların ektiği tohumların fidanıdır diyebilirim. Evliliğin insanı heyecanlandıran uzaklaştırmadığına inanıyorsam onların payı büyük.
İnsanın kendi kimliğiyle değil, üzerine giydirilen kimlikle yargılanması kaçınılmaz bir unsur. Yine de zoruma gidiyor. Filmlerde annesi hayat kadını olduğu için toplumun sürekli dışladığı kişilerin arkasına geçer, onu dışlayan tüm yakınlarına lanet okurdum. Tam tersine toplumun en makbul fertlerinden biri olmama rağmen yapardım bunu. Eğer babası köyde ya da küçük bir ilçede öğretmen, müdür ya da doktorluk yapmış dostların varsa onlara geçmişini anlattır. Gör bak, neler çıkacak karşına.
Demek istediğim, beklentilerimle değil beklentilere uygun yaşadım, yaşamak zorunda bırakıldım. Beklentisiz yaşanılacağına ihtimal vermem, belki de geçmişin bir dayatmasıdır. Babam da olmasaydı...
Duygusallığa vakit yoktu, yapılacak çok iş vardı ve bizi beliyordu. Bir kış günü edebiyat dersinde, pencere kenarında oturmuş, dersi dinliyordum. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Divan edebiyatını işliyoruz. Dersin hocası kadındı. Sesi de güzeldi. Şiir okumaya başladı. Sanırım Fuzuli'den okuyordu. Dalmışım, karın yağışını izliyorum. Elimi çeneme yaslamış, pencere önündeki ağacın dallarına düşen kar tanelerini seyrediyorum. Hoca da şiiri öyle bir okuyor ki! Uzaklardayım, kimbilir bekli bugünleri düşlüyorum. Bir ara bir ses duydum, umursamadım. Yanımdaki arkadaş kolumdan çekiştirince baktım. İki sıra önümdeki hoca gözlerini dikmiş, beni seyrediyordu. O cümleyi hala hatırlarım: "Kar yağarken şiir dinlemek. Mükemmel bir duygu." Pencere önünde karın yağışını izlerken şiir okumak en büyük zevklerimden oldu. Huzuru yaşadım ama hep az ve ender. Bu yüzden yaşamaktan yana çok hevesliyim. Bir şeyi sevdim mi hep çok seviyorum. Az sevmek, idare edecek kadar sevmek bana göre değil. Dostlarıma, eşyalarıma, şiirlerime, sevdiğim her şeye anlam yüklüyorum. Birçok insan biliyorum, aynı kaderi paylaştığım. Kimlerden söz ettiğimi biliyorsun. Senin de onlardan biri olduğuna inanıyorum.
Bir yazar şöyle diyor: "Hayattan çıkarı olmamak, hem tanrının hem de insanların gözünde affedilmez bir suçtur." Ne çok tartıştık seninle. İnsan bir beklenti midir, değil midir? Sen, insanın bir beklenti olduğunu ileri sürmüş, beklentisiz hiçbir adım atmayacağını iddia etmiştin. Bense insanın, hiç değilse beklentisiz birkaç duyguya sahip olacağını savunmuştum. Yaşadığım hayat, seni haklı çıkardı. Hem yazar hem sen doğrusunuz: İnsan bir beklentidir. Gelecek ne gösterir bilinmez.
Okuyorum. Yazmaya da çalışıyorum. Roman daha bitmedi. Bitince hemen gösteririm. Bir gece yarısı kapını çalarsam hiç şaşırma. Zaten romanın vücut bulmasına sen vesile oldun. İlk okuyan da sen olacaksın. Yayınevlerine göndermeyi düşünmüyorum. Senden sonra bir iki kişi daha teklif etti. Ham bir meyvaya benziyor tarzım, oturması gerekiyor. Doğrusu, piyasa adamı olup o hengamede kaybolmayı da istemiyorum. Şöhret mi? Asla. Daha o kadar düşmedik. İnsan kendisiyle sevilir. Dergide yayınlanmıştı: "Sanat uzun hayat kısa" demiş Hipokrat. O kadar çok şey var ki yapmak istediğim, hayat kısa kalıyor. İnsandaki bu maymun iştahı nasıl doyar dersin?...
Öldükten sonra geriye iki şeyim kalsın istiyorum. Önce hayırlı evlatlarım. Niyedir bilmem, kız çocuğum olmasını çok istiyorum. Oğlum olması zaten dileğim, yiğit, mert bir oğlum. Fakat kız çocuğumun yeri başka. Evden çıkarken "Akşama babacığım, unutma dua getir" diyecek bir kızım olması en büyük arzum. Duygularım inşallah beni yanıltmıyordur, kendimi çok iyi bir baba adayı görüyorum. Özellikle kızıma müthiş bir baba olurum gibi bir his var içimde. Çok yanlış gördüm kız çocuklarının yetiştirilmesinde. O kadar çok ki, tersini yaparsam kızım melek olup uçar zannediyorum. Şehir dışına çıktığım bir seyahatte yanımda bir öğretmen oturuyordu. Zannedersem Ege tarafında gidiyordum. Tanıştık, mesleklerimiz konusunda konuştuk. O erken indi. İnmeden önce bana söylediği asla unutamam. "Öğretmen olmanızı çok isterdim. Müthiş fikirleriniz var. Mükemmel bir öğretmen olabilirsiniz." Güldüm, bu fikirlerin benden çıkmadığını söyledim. Anlattıklarım öğrencilik hayatımda tespit ettiğim yanlışlardı. Yanlışları görmek doğrulara götürmeyebilir. Yine de ilk adımı atmak için yeterlidir. Çocuklarım, yavrularım arkamdan ruhuma acı çektirmeyecek. Çünkü ben, babamın ölünce gözleri arkada kalmasın diye uğraşıyorum. İkinci beklentim; yazdıklarım. Eserlerimin, zihinlerde ıslak bir tebessüm, garip bir tecessüs ve yeni ufuklar bırakması. Bir insanı kazanmak, bir dünyayı kazanmaktır. İnsan en kutsal varlık.
Tutkuları olmalı insanın, kelimenin yüküyle tutuklanmalı, ölümsüz dertlerle yanıp tutuşmalı. Bizden önceki nesil enkaz bıraktı geriye. Birkaç iyi adam vardı, onlar da atlarına binip gittiler. Bizden sonra gelenler, "Yoklukta ayaksız yürüyorum gökteki yıldız gibi" diyen bir hayatla büyümeli. Babamın delikanlı çağında girdiği sıkıntılara yirmi yıl sonra ben girdim. İnsan dostum, insanım o gün gökkuşağına hasretti, bugün de hasret. Aynı kelimelerle farklı cümleler kuruyoruz, o kadar. Bunları düşündükçe sinirleniyor, sent müzikler dinliyorum: "Yarin yağından gayrı her yerde birlikteydik" falan. Hele bir şarkı var ki dinlerken içim geçiyor. "Bana bir şarkı söyle. İçinde hüzün olsun."
Her şeyin bu kadar bildik ve basit olmasını kaldıramıyorum. Hiç yeni bir şey olmayacak mı hayatımızda?...
Aynı yerdeyiz dostum, aynı hayatı paylaşıyoruz. Romanlara inanmıyor, televizyon dizilerine tapıyoruz. Şairin dediği gibi, "Gazeteler tutuklamış dünya kelimesini." Biz o kelimeyi yaşamak zannedip ilaç niyetine kalbimize sürüyoruz. Dün öğleden sonra fakülteden bir arkadaş lahmacun yerken sürekli toplumdan bahsetti. Toplumun dibe çöktüğünden, bireyin kimlik sorunu yaşadığından. Aşmamız gereken mesafeler olduğunu ve bu mesafelerin aşılmaz olmadığın söyledim. Öyle umutsuz konuşuyordu ki, ölümden bahsetse bu kadar olmazdı. Bu bir sitem dostum, bir haykırış. Önce bana, sonra sana, sonra bütün insanlara. Cemil MERİÇ, "Tarihi yazanlar, kendinden memnun olmayanlardır" diyor. Tarihi biz yazmalı, tez elden kitapların tozunu almalıyız. Kendi şiirimiz, romanımız, felsefemiz, sanatımız için daha çok okumalıyız. Bir konuda her şeyi, her konuda bir şeyler bilmek zorundayız. Aşkın yeniden doğuşuna da hazırlanmalıyız. Masallara uydurma deyip sinema yıldızlarını putlaştıran, efsanelere sırt çevirip magazin sayfalarıyla aşık olan insanlardan bıktım artık. 21. yüzyıl, Mecnun'un geri döndüğü dehşet sevdalarla dolup taşmalı. Bazen o kadar kızıyorum ki insanlara, Otobüste bile etrafımı görmemek için gazete okuyorum. Oysa ben, küçüklüğümden beri cam tarafına oturur, gördüğüm her tabelayı okur, her insanı izlerdim. Şoförün yanındaysam yol üstündeki kesik beyaz çizgileri bile sayardım. İnsan doğasını görmekten büyük keyif alırdım. Bugün nefret eder oldum bu huyumdan. Otobüs hareket etmeden kitaba gömülüyorum. Çocuklar gibiyim. En basit şeylere kızıp, küsüyorum hayata. Tamamen kopmadım tabi, ara sıra bilhassa tanımadığım insanlarla muhabbete girişiyorum. Özellikle asansörlerde, bilet kuyruklarında, otobüs duraklarında... İnsanın önüne neler çıkıyor, bir bilsen. Yok diyorum yok. Bu insanların suçu yok. Zengin bir maden gibi karşımda duruyor insan. Kazıdıkça bitmeyen bir maden gibi.
Son zamanlarda sık sık geçmişi düşünür oldum. On dokuzunda sahip olduğum güçten eser kalmamış. Büyüdükçe cesaretim azalıyor. Hayatın gerçekleri korkaklaştırıyor insanı. Sanırım hayatım boyunca bu gerçeklerden kaçacağım. Kalpteki gerçek dışarıdaki gerçeğe uymuyorsa ya kalp kirlidir ya da dışarı. Bendeki kumaş bu elbiseye hiç uymadı, uymayacak da. Özellikle genç arkadaşların, kendi dışında bir yaşam varmış gibi inanmasalar d kabul ettikleri hayatın gerçeklerini sık sık dile getirmeleri yok mu, büsbütün çıldırıyorum. Soruyorum, "Benimsiyor musun?" diye. Hiçbiri onaylamıyor. O halde niye? Niye kimse çıkıp da kabul etmedi hayatı reddetmiyor? Cevap hep aynı: "Elimde olsa tabi ki değiştiririm." Sanırım bir sorunumuz var, ilk adımı atmak için herkes bir Mehdi bekliyor. Hayatımız başkalarının başarılarını anlatmakla geçecek. Tolstoy'u okuruz ama Tolstoy olmaktan yana değiliz. Karakoç'un hayretine katılmamak imkansız;
Ben geldim geleli açmadı gökler;
Ya ben bulutları anlamıyorum,
Ya bulutla benden bir şey bekler.
Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum...
Ben geldim geleli açmadı gökler.
Yeni çalışmalarım var. Taslak halinde kafamda bekliyor. Yazmak istediğim, yazılması gerektiğine inandığım konuların çokluğu telaşa sebebiyet veriyor. Kültür tarihimiz baştan sona okunmalı mesela, yeni tespitler, yeni yorumlar yapılmalı. Her an yazabilirim diye yanımda defter taşıyorum. Yazmak, önceleri bir hevesti, sonra tutkuya dönüştü, şu anda görev. İçimden bir ses, adeta boğazıma yapışmış, "yazacaksın, yazacaksın" diye diretiyor. İçimdeki ses deyince aklıma geldi. Yazarken bir yandan da gülüyorum. Artık kabul ettim, içimde bir adam daha yaşıyor. Aslında herkesin içinde yaşayan ikinci kişiden söz ediyorum. Bastırılmış duygular, içgüdüler, tutkular, yaşama gücü, vicdan ya da şeytan, ne dense fark etmez. Nihayetinde insanın çift kişilikli olduğuna inandım. Zahir ve batın da diyebiliriz. Hayatımın özetini sunan kelimeyi de yakaladım sonunda: muallak. Ortada ya da arada kalmak. Bunun sebebi içimdeki adamdır sanıyorum. Onunla kendimi barıştırmak için harcadığım zaman muallakta kalmamın tek nedeni. Söylemekten çekinmiyorum, çünkü günümüz insanının kaderi bu. Biraz daha derine gidersek, hayat ile ölüm. Allah ile dünya, aşk ile ihtiras arasında yaşayan günümüz insanı bir türlü karar veremiyor. Belki de çağın getirdiği bir hastalıktır arada kalmak. Konuşmuştuk, insan taraf olmak zorundadır. Tercih etmek esastır, çünkü insanın önünde her zaman için iki yol vardır. Seçmek, diğerlerinden vazgeçmektir. O halde insan, seçmek, tercih etmek, taraf olmak zorunda... İçimdeki adama geçelim. Onu çok seviyorum hatta ona sığındığım bile oluyor. Belki de "Bir ben vardır bende benden içeru" desem daha olay anlaşılır. Onun doğmasını ben istemedim. Gerçek mi istiyorsun, işte senin gerçeğin...
İnce eleyip sık dokuyan biri olduğum için her zaman mükemmeli istedim. Yaptığım iş ya mükemmel olacak ya da olmayacaktı. (Tabi ki insanın mükemmeli elde etmesi namümkün. Ne yaparsın ki, insanda böyle bir tutku var. İnsana insani duygular yeter mi ki!) Bir tür kendinle hesaplaşma. Ben bunu biraz abartıyorum galiba. Akıl ve kalp, vicdan ve şeytan, nefs ve irade sürekli savaşıyor. Kazanan da benim kaybeden de. Bu yüzden ondan kaçamam. Zayıflık tehlikesi de yok değil. Kaybettiğim ya da başarısız kaldığım durumlarda kendimi temize çıkarmak için onu kullandığımı biliyorum. İtiraf etmeliyim ki ona, "İçimdeki Adam" diye hitap etmek hoşuma gidiyor.
Cemil MERİÇ okuyorum. "Bir Dünyanın Eşiğinde" Biter bitmez Tagor. "Gora" diye bir romanı var. Yanılmıyorsam 1913'de Nobel kazandığı eser. Üstad Hindistan'ı balta girmemiş ormanı anlatır gibi yazmış. En yakın zamanda Hint efsanelerini okumayı tasarlıyorum. Mahabbarata, Bhagavad-Gita ve diğerleri. Hemen kitapçıya koştum. İki kitap aldım: Mahabbarata ve Odessia. Doğu'nun ve Batı'nın iki şahaseri bakalım önümüze ne koyacak? Tagor Bengalli. Bengal dilinde yazdığı şiirleriyle meşhur. Aynı zamanda hümanist bir filozof. Eserleri İngilizceye çevrilmiş. İbranice ve Sanskritçe'yi de çok merak ediyorum. Bu iki dil, doğu, asırlarca edebiyatta kullandığı için önemli. Üstadın dert yanması boşa değil. Ne Doğu7yu biliyoruz, ne Doğu dillerini. Oysa kitaptaki Avrupalı yazarların (Schopenaur, Hegel gibi) Hint'e dair alıntılarını okuyunca üzülüyor insan. Batı, üç yüz yıl önce başlamış Doğu7nun tercümelerine, biz tarihi inkarla meşgulüz. Yol uzun; tozlu, dikenlerle dolu. Bun sefer dönmek, yarı yolda yorulmak yok. Denizin beslediği ırmak kurumaz. Batı kadını insan mı şeytan mı diye tartışırken biz, sevgililerimize mersiyeler dizmişiz. Doğu'yu bilmeliyiz dostum. Doğu'nun sevdaları, aşkları bana çok yakın. İşte yorum: Batı'da bilgi konuşuyor, Doğu'da bilge. Batı'da madde hakim, Doğu'da mana. Bilgelik, yaşama sanatı. Mutlu olmanın yolu faziletten geçiyor. Fazilet hikmetin olmazsa olmazı. Hikmet; erdemlerin erdemi. Tanrıya hizmet hayatın gayesi.
Bunları yazmak rahatlatıyor beni. Doğu'nun üstünlüğünü savunmuyorum. Doğu7nun cahiliyiz, arz-ı halim bundan ibaret. Yine de itiraf etmeliyim ki, gönlüm Doğu'dan yana. Ömrüm mananın peşinde koşmakla geçti, bundan sonra da mana için geçecek. Kitabı okurken çöl hayranlığım kabarıverdi. Bekli mantıklı bir açıklama yapamam, zaten aşkta mantık aramadığım senin de malumun, çöl aşığıyım ben. Onca eser okuduk, bir o kadar kadın kahraman tanıdık. Stendhal'in Madam De Renal'i, Balzac'ın Madam De Berny'si, Rustond'un Rosanne'i ve diğerleri. Hepsi nezaketin zirvesinde gezer. Kuralları vardır, sevmenin ve sevilmenin yasaları. Sevdiğin kadına hediye almak istiyorsan ne alman, ne kadar alman ve bunu ne zaman, nasıl vermen gerektiğini bilmen gerekir. Oysa Doğu diyor ki; aşık olmak can vermek iledir. Yokluktur aşk,yokluğa vardın mı, sen yok, ben yok. benliği kaldır. Ya Doğu'nun, çölün kadını? Sırf Simyacı'nın Fatma'sı bile, tek cümlede beni cezp etmişti: "Bir çöl kadını erkeğini beklemesini bilir." Çölün kuralları asalet kokuyor. Gizem, esrar, derinlik, yokluk çölün kumlarında. O çöl kumları ki, suları aşktan başını taştan taşa vurur, çünkü o kumlarda aşkın kaynağı gezer. Bu konuyu şöyle bağlamak mümkün: "Batıda kadın sıfatlarıyla değerli, Doğu'da kendisiyle." Hintli'yi ve Doğu'yu mutlaka okumalıyız. Bana öyle geliyor ki, aşkın perdesi vahalarda gizleniyor. İsmet ÖZEL'in "Efsanelerden kovulduk" dizesi ne kadar da manidar. Unutulmak, yok sayılmak pahasına Doğu'ya ayak basmalıyız. Eminim, birileri bize paranın tek güç olmadığını öğretecektir. Son birkaç asra kadar edebiyatın kalbi Doğu'da atmış. Masallar, destanlar, efsaneler. MERİÇ'in ifadesiyle, "İstikbal halk edebiyatının." Doğu ve Batı uzun uzun tartışılmalı.
Şiire vakit bulamıyorum. Yalnız, şiir ihmal edilmedi. Bütün yaz İsmet ÖZEL dinledim. "İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır. Ya Sen Gel Ya Beni Oraya Aldır." Necip FAZIL'ın "Beni Allah tutmuş, kim eder azat" dizesindeki felsefeyi ilmek ilme işliyor ÖZEL. Hemen ezberledim. İki şiirini ezbere okuyorum. Biri bu, diğeri "Esenlik Bildirisi" Öyle titiz ki şair, okurken korkuyorum saygıda kusur ederim diye. Daha önce de belirttiğim gibi, bir insanı seversem yüceltiyorum. Diğerlerinin "sıradan biri işte" dediği kişiler, kıymetli birer hazine gibi değerleniyor. İyice daraldığımı hissettiğim geceler Mevlana'nın yardımına koştum. Deyim yerindeyse Mevlana ağrısız ilaç. Zaman, mekan, kaygı, tasa bırakmıyor bende. Özellikle geç vakit ve yalnız dinliyorum. Bir de ışığı kapattım mı benliğimden sıyrılıyorum. Mevlana, odanın başköşesine kuruluyor, ben dizinin dibine çöküyorum. Bazen öyle kaptırıyorum ki, Mevlana okurken nefessiz kalmasın diye camı açıp odayı havalandırıyorum. Sonra Yunus. Tam bir ruh doktoru. Hele bir dörtlüğü var ki... belki rastlamamışsındır diye buraya yazıyorum:
Beni bir ben bilirim
Bir de beni yaratan
Bana bir ben lazım
Bir de beni anlayan.
Yazın, birkaç seyahate çıktım. İşlerin yoğunluğu, nesir üzerinde yoğunlaşmam bir nebze uzaklaştırdı beni şiirden. Yine de şiir baş tacım. Ne roman, ne hikaye şiirin yerini tutabilir. Üslubumun oturduğunu düşünüyorum. Ne zaman üslup üzerinde çalışsam aklımda hep Zarifoğlu'nun cümlesi: "Keşke şiirlerimi Yunus gibi yazabilseydim" Zarifoğlu'nun tarzı da müthiş fakat zor ama sıcak. Şiir okuru zorlamalı. Tekrar okumayı emretmeli. Daha önce kısmen sana aktardığım bir yorum vardı saydığım şairler hakkında. Onu biraz daha geliştirdim. Gerçekte bu, okur gözüyle şairi ve şiirine masum bir yaklaşımdan öteye gitmiyor, yine de benim açımdan değerli: İsmet ÖZEL'in şiirin duvarı eşeleyip durmuş. Her kareyi zorlamış ve sonunda büyük gediği açmış. Şiir o delikten konuşuyor. Meriç, Journal'inde onun için "Çağdaş Rimbaud'umuz" diyor ya, ben katılmıyorum. İsmet ÖZEL, bir adım sonrasını, yolun sonunu görmüş. Eğer sanat, Necip FAZIL'ın dediği gibi, 'Anladım sanat Allah'ı aramakmış' ise ÖZEL'in hakkını teslim etmek gerekiyor. Necip FAZIL'ın ömrü, duvarı yumruklamakla geçmiş. Nihayet şiir duvarı yıkmış ve arka tarafı görmüş. Gördüklerinin ürpertisi, dehşeti, şairin üslubuyla birleşince şiir hakikate ermiş. Üstadın fikri yanını konuşmaya gerek yok. Dokunulmaz diyecek kadar kuvvetli. Ve Cahit ZARİFOĞLU. O, doğarken başlamış duvarı tırmanmaya. Genç yaşta duvarı geçmiş ve öteleri gezmiş. Tıpkı Doğu Batı misali gibi. Diğerleri Doğu'yu keşfetmek için ömrünün yarısını aramakla geçirmiş. Nihayet Doğu'nun sınırına adım atmışlar. Necip FAZIL önde gidiyor. ZARİFOĞLU ise Doğu'nun topraklarında nefeslenmiş yıllarca. Kokladığı her çiçeği şiirine katmış. Baştan sona Mistisizm, baştan sona yokluk-varlık ilişkisi. Ve duvarın ücra köşelerinden gelen heybetli ses: Sezai KARAKOÇ. Sanki duvarın öteki yakasında doğmuş. Tam bir bilge, "Doğu'nun Yedinci Oğlu" buram buram çöl kokuyor. Sürekli muhasebe, sürekli özlem. Onun şiirinde isyan da var aşk da, Doğu'nun aşkı. Yazının üstadı MERİÇ, şiirin üstadı KARAKOÇ için, "Camiden çok kilise kokuyor" diyor. Kızmıyorum. Dıştan bakan birinin yorumu başka türlü olmazdı herhalde. Sezai KARAKOÇ filozof edasıyla öylesi ağır basıyor ki, haksızlık etmediğime inansam, 20. yüzyılın en kuvvetli şairi demek geliyor içimden. Yalnızca şiir yok üstadda. Felsefe, tarih, edebiyat ve iman. Hepsi var. Üstad uzaklardan, çok uzaklardan sesleniyor. Fakat bu mesafe bizim durduğumuz yerin yanlışlığından kaynaklanıyor. Asırları aşan ilhamıyla KARAKOÇ, diriltiyor insanı. Dizeler balyoz darbesi şeklinde giriyor kalbime.
Bir iki cümleyle üslubu aktarayım. Tatlı sert bir hava olmalı şiirde. Kelimelerin çoğu içimdeki adamdan çıkmalı. Azgın bir tay gibi koşmak istediğim anlarda kopuyorum hayattan. (Hemen aktarayım, ZARİFOĞLU da tay gibi olmak istermiş. Onu sevişim boşuna değil) Mani olmuyorum kendime. Sükut ve hüzün, bahçesinde gezindiğim iki cennet. GAZALİ'nin İhya'sındaki bir hadis, bu konudaki cesaretimi artırıyor. "Şüphesiz ahrette en çok huzur içinde olan, dünyada en çok düşünendir, ahrette en çok gülen, dünyada en çok ağlayandır. Ahrette en çok sevinçli olan, dünyada en çok mahzun olandır." İnsana ahiret dünyanın zıddıyla kaimse ve seçmek diğerlerinden vazgeçmekse tercihimizi yapmalı, neye rağmen inandığımıza karar vermeliyiz. Montaigne, hüzünden nefret ettiğini açıklıyor 'Denemeler'inde. İnan, kitabın üçte ikisine gönülden katılmıştım ama hüzne gelince yollarımız ayrıldı. Montaigne de okunmalı, ilginç, mantıklı fikirleri var. Sanırım tanıdığım birçok insan beni mantıksızlıkla itham etse de hüzünden kopmam mümkün olmayacak. Eğer ölüm gerçekse ve ölümden sonrası da varsa her şey orada açığa çıkacak. Bütün bunlar biliniyor aslında fakat insan... Geçelim. Tüm planlarımı buna göre yapıyorum. Başka bir dünya yoksa da fark etmez. Bu halimle oldukça, hatta iddia ediyorum, benim yaşımdaki birçok gençten daha mutluyum. Küstahça diyebilirsin, bu kanaate varmam çok da zor olmadı. Çünkü insanı beklentileri yaşatıyor. Bu noktada kendimi küçümsemek istemiyorum. Buna gerek yok, kabul edelim ki dünya, o kadar kutsal şeylerin peşinde koşmuyor. Bence en büyük sorun, neyi, ne kadar ve nasıl seveceğimizi kimin ya da kimlerin belirlediğidir. Müzikle ilgilenen kaç kişi gördün ki, Tanburi Cemil Bey'i dinliyor. Bethoven'dan haberimiz varsa Dede Efendi'den de olmak zorundadır. Bunu ben değil, Yahya KEMAL söylüyor:
Çok kimse anlıyamaz musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden.
Bu yüzden, herkesle samimi olmuyorum, belki de olamıyorum. Fakat dostum olan kişiyle her şeyimi paylaşıyor ve konuşuyorum. Benim için de mühim olan budur. Babamın en büyük tavsiyelerinden biriydi. 'Seçtiğin arkadaşların senden üstün olsun' derdi her seferinde. Kızardım. Tembel arkadaşlarım da vardı. Onlara sırtımı mı dönecektim? Sonraları anladım. Babam hedefimi gösteriyordu. Hep daha iyiye, daha güzele. Hedefleri büyük olmalı insanın. Dedim ya, ilkokul mezunuydu babam ama benimi için çağdaş bir filozof gibiydi.
Sanırım konu dağıldı. Bağışla, bu huyumu düzeltmek için çok uğraştım ama nafile. Kendimi kabul etmek zorundayım. Dostlarımla her şeyi konuştuğumu söyledim, onun bir yansıması olarak görürsen anlaman kolaylaşır. Hüzün, diyordum. Ömrüm yeterse hüznün şiirini yazacağım. Sonraki mektuplarda şiiri konuşuruz. Şimdilik sükut; söyleyenler bilmez demişler, bilenler zaten söylemez. Hakikate sonsuz gemi yüzüyor. Sessiz gemi; benim hakikatim.
Artık anlamışsındır. Anlatılacak konunun sonu yok. Sayfalar dolusu yazabilirim. Ezcümle ağır bir dünya taşıyoruz omuzlarda. Buradaki öğretmen adayı arkadaşlardan biri, bir akşam beni ziyrete geldi. Dersler, iş güç derken sözü kadınlara getirdi. Bu arkadaş dört yıl boyunca değişik sevgililer edinmiş. Kokteyller, balolar, partiler... Artık yaş ilerlerdi, istikbal evlilik kokuyor. En az beş tane isim saydı; biri kültürlüyse diğeri zengin. Birinde aşk var, diğerinde güzellik. Acaba hangisini seçmeli? Bir titiz davranıyor ki sorma. Namuslu, terbiyeli, edep erkan sahibi, güzel, kültürlü, zengin, daha neler neler. Hepsini bir araya toplama imkânı olsa gözünü kırpmayacak. Aşk hayatım hakkında konuşmadığım için beni cahil addedip, kadınlar hakkında ders verdi. Bu intibadan da sıkıldım artık. İnsanın bazı özellikleri vardır ya, her zaman, her yerde, herkese göstermezler. Göstermeyince de yok sanılır. Bu çeşit konuşmasına öyle çok sıkıldım ki, tutup yakasından bağırmayı çok isterdim: Bazı Şeyleri Yapmıyorsam, Bilmediğim Ya da Beceremediğim İçin Değil, Daha Yüce Şeylerin Peşinde Koştuğum İçindir.
Anlattıkları mühim değil, beni üzen tarafını aktarayım. Hem erkek hem de kadın bu konuda tamahsız. Neyi hak ettiğine bakmadan en güzelini istiyor. İnsanın Mevlana gibi dostu olması için, alemi avuçlarında gezdiren Şems gibi yanması gerektiğini söyledim. Arkadaşa gelince, kendimi fetva makamı hissetmemi sağlıyordu sözleri. Benden bir yorum beklediğini anlamıştım. Bana güveniyordu. Sözde ona yol gösterecektim. Onu dinlerken hep aynı şeyi düşündüm: Anlattığı kadınlar. Tercihlerden bir tercih olan kadınlar. Tek bir gerçek etrafında konuştum sürekli: Bütün çiçeklerden koklamak yalnız arıya mahsustur, o da şuursuzdur. İşte hayatın dokunulmaz gerçekliği. Tercih insana kalmış...
İsmet ÖZEL'in diliyle; "Aşklarım inançlarım işgal altındadır." Aşka dair söylemek istediğim tek bir şey var. Bir akşam kadınlardan ve zaaflarımızdan bahsetmiştik. Sana, kendimi kadınlardan gizlediğimi söylemiştim. Bir kadın için bütün kadınlardan gizlendiğimi. Senin de böyle düşünüyor olman beni nasıl memnun etmişti, bilemezsin. Kadınların yeri gelip ilahlaştırıldığı bir zamanda kadınlardan kaçıyoruz. Olur mu? Olur. Veysel Karani'yi peygamber kapısında beklemekten alıkoyan aşk, peygamberin kendi eliyle hırkasını göndermişti ona. Benim için aşk budur, gerisi dünyaya kalsın. Hikâye malum. İlk okuduğumda gülmekten kendimi alamadığım gerçek, her sokak başında karşıma çıkınca kendime çeki düzen vermem gerektiğine kani oldum. Tanrı ve şeytan arasındaki (teşbihte hata olmasın) pazarlığı daha önce anlattığımı sanıyordum. Anlatım Mevlana'nın: İblis isyan edip huzurdan kovulunca kıyamete dek kulların kanına girmek için Allah'tan silah ister. Gurur, kibir, şöhret, mal-mülk, makam-mevki teskin etmez şeytanı. Daha fazlasını isterim, diye diretir. Surat asar, yüz çevirir. "Senin erkek kulların bunlara dayanır, daha güçlü bir silah ver" diye söylenir. Her şeyden haberdar olan Allah, nihayet en güçlü silahı verir şeytana. "Al işte" der, "Sana şehveti veriyorum. Kadın güzelliğini" şeytan mutluluktan dört köşedir. Zira elinde hiçbir erkeğin karşı koymayacağı bir teklif vardır: Şehvet.
Kadın ve erkeğin doğası üstüne bu yaz o kadar fazla tartıştım ki, daha fazla konuşmak istemem. O derece yıpratıldı ki aşk, yeniden doğar mı bilmiyorum. Ye'se kapılmak yok yine de. Mecnun'u yaşatmalıyız dostum, Leyla'yı diriltmeliyiz. Çeyiz sandığındaki gözyaşlarının unutulduğu asırda yaşıyor oluşumuz, gözlerinde ceylanların su içtiği kadınların olmadığını göstermez. Kimbilir ne kadınlar vardır ki, sedefteki inci gibi parlar da gören göz isterler, anlayan gönül...
Özellikle şiirde yoğunlaşmalıyız. Şiire ihtiyacımız var.
Gerçeklere en az senin kadar ben de düşmanım dostum ama düşmanımı kabul ediyorum.
Kahrediyor ama şiir haklı:
"Her şey bildiğin gibi dostum."
Öyleyse niçin bu muamma, nedir bu karmaşa? Yaşamaya çok var dostum, belki de ondandır.