Mağara 1. Sayı (Mayıs - 99)

"YAŞAMAK"TAN

CAHİT ZARİFOĞLU

MARAŞ 1958

 

dağ köyünde körbağırsak sansıca

konur karnın ağrıyan yanına

alev gibi tuğlalar

bir kalbiniz vardır onu tanıyınız.

bir şehir kadar kalabalıktır bazıları

bir dehliz kadar karanlıktır bazıları

konuşurlar

isterler

susarlar dinlememişseniz nice yıl kalbinizi

evlek meslek iş para geçim diyerek

düşünün şimdi bir de

şehirlerde kasaba ve köylerde

başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu

 

yakınları yöresine toplanırken, avuç içlerini, ellerini, gözlerini öperken, onda iyice biriktiğini ve dokundukları yerde kendilerine geçeceğini vehmettikleri ölümle bu cesur ilişkiyi kurarken, boş zamanlarında kendi kendilerine yineleyecekleri bilinçaltları topluyorlar. Her ölen de ölümün kendilerini biraz daha vakit bıraktığının tadıyla.

 

Ölenin yanındaki çok yaşlılar, onların yanından bir türlü ayrılmayıp gelen her ziyaretçi ile ölene bakışlarını çeviren o yaşlılar, orada ölüme bağışıklıkları var gibi durmakta, caka satmaktadır.

 

En zarif elbiselerini giyinip, yüzlerinde hafif bir pudra gezdiren, kenarları tığ işlemeli ipek başörtülerini saçlarına örtüp ölü evine giden kadın ziyaretçilerin dünyalarında ne ganimetler vardır.

 

Cevizden mamul çeyiz sandıklarında bir zamanlar satın alınmış herhangi bir şeye ait bir karton kutunun birbiri üstüne istif ettikleri kenarları oyalı o rengârenk ipek örtülerden en sade ve koyu renklisini çekip aldıktan sonra, iki ucundan tutup sallayarak katlarını açarken hafifçe çatık kaşları ile dalgındırlar.

 

Aynanın önünde kendilerine hayran kalırlar. Gerdanlıklarını, beşibiryerdelerini, burma bileziklerini, ki çoğunlukla öldükleri zaman kendilerine harcanması içindir ve bu yüzden de anadan kıza takılır ve asla modası geçmez, kordonlarını ve incilerini, dışarı çıktıkları halde o gün için kullanmadıklarının tamamen bilincindedirler. Topuklarına yaklaşan, yakaları hafifçe açık yeni elbiselerinin içine yerleşmeye çalışırlar. Sadece başlarını gösteren küçük aynalarında, sahiplerinin kendilerini nereye hazırladığının farkında olan, hafifçe sürmeli gözleriyle, anlaşmış iki kuma gibi bakışmaktadırlar.

MURAT EROL

AŞKIN SİMYASI

 

Yağmur yağıyor. Sen geliyorsun aklıma. Hareli gözlerin. Islak bakışların. Bitik umutların.

 

Seviyorsun biliyorum. Aşkını nasıl izhar edeceğini ve yaşayacağını bilmediğini de biliyorum. Seni tanıyorum. Çünkü seviyorsun. Seven gönül yapancım değildir. Ben de yaşadım. Bir Haziran günüydü. Güneş vardı ama yine de soğuktu. Kış yeni gitmişti. Kuşlar yeni yeni çekinmeden ötüşmeye başlamışlardı. Sokaklar dolusu insanlar vardı. Ben vardım. Tek başıma. Aciz bir aşık rolündeydim. "Aşkın bir itiraf oluşu" gerçeği karşısında bocalıyordum. Anlayacağın seviyordum ama açıklayamıyordum.

Ölüyordum ama seviyordum

Şiir yazıyordum ama seviyordum.

Yanıp kül oluyor da seviyordum.

Zaman geçti. Değişti bir şeyler. Şiirlerimi yaktım. Yanmalarımı, ölmelerimi unuttum. Kül oldum, külümden oldum.

Anlıyorsun değil mi? Seni tanımam ve anlamam için bunlar yetmeli. Sabahlayışlarını anlıyorum çünkü yaşadım. Evet sabahladım. Hem de sürekli duanın aydınlatıcı ışığına sığınarak. Her seher vakti duanın aydınlık umudu kaplamış oluyordu gönlümü. Her doğan gün yeniden varoluyor, dünyayı yeniden yaşıyordum. Yeniden, yeni-dem...

 

Sevdiğin senin için aşkı tattıran olmalı. Aşkı onda bilecek ve tadacaksın. Sonra kutlu aşkı dilemelisin. Aşk budur zaten. Aşk yetinmemek, hep istemektir. Yeter ki tanı onu. Aşk denilen gönül eyleminin öğrenmem için sana küçük bir kıvılcım gerekiyordu. İşte sen o kıvılcımı aldın ve yanman lazım gelir şimdi. Kıvılcım oka dönüşür de, kor ateşi karşılayamaz bunu bil. Doymamalısın bu kıvılcımla. Hep istemelisin. Sonsuz aşka ancak böyle varabilirsin. Seni tanıyorum ve gönlünün küçük bir kıvılcımla yetinmeyeceğini de biliyorum. Ey gözleri hareli kız. Aşk bir insani eylemdir. Utanmayasın. Her kim aşktan habersiz ise, tez elden gönlünü uyandırsın.

 

Biliyor musun, bütün bunlar senin aşkı öğrenmen içindi. Evet, evet yani bütün bunlar senin aşkı tanıman için bir kudretli el tarafından düzenlenen bir oyun. Ben d esenin gibi aşkı öğrendim. Hayır, âşık olmayı değil, aşkı yaşamayı değil, aşkı tanımlamayı değil. Ben sadece aşk denilen gönül eyleminden haberdar oldum. Diri ruhlarda aşkı gördüm sadece. Seni anlamak hiç de zor olmuyor benim için. Seni dinliyorum gözlerimi kapatarak ve kulaklarımı tıkayarak. Seni dinliyorum, seni yürekten, yürekle dinliyorum. Ve senden aşkını dönüştürmesi istiyorum. Evet, kıvılcımı kor aleve dönüştürmeni buyuruyorum sana. Her şeye rağmen zordur aşkın simyası. Zor eylemdir. Aşkı tatmak bir basamak. Yaşamak daha üstü. Ve aşkta yok olmak, onda fenaya ermek en üstünü: AŞKULLAL...

 

Bilir misin ey gözleri hareli kız! Aşkın da simyacıları vardır. Gönülleri aşkın sahibini terennüm eden. Her daim duadadırlar sana, bana ve bütün insanlığa. Göz pınarlarının nemidir içinde boğulduğumuz. O nemli gözlerden süzülen bir nur vardır yüreklerimizi delen. Onlar gecelerimizde yıldızdırlar. Söyle biz o yıldızlara göre yönümüzü tayin etmez miyiz? Uzarınız ama ulaşamayız. Uzanırken ellerimiz bir ışık düşer avuçlarımıza ve oradan yüreklerimize. Sen hiç karanlıklarda o yıldızları gördün mü? Ve onlardan yayılan ışığı içinde hissettin mi? Anlıyor musun aşkın da simyacıları vardır, gönüllerimizi ellerine bıraktığımız.

 

Seni anlıyorum, şimdi senin de beni anlamaya başladığını biliyorum. Beni dinlediğini hem de bütün varlığında dinlediğini görüyor gibiyim. Duygularının tercümanı olduğumu düşünüyorsun. "Tıpkı benim gibi" diyorsun. Elinin havalandığını, çarpıntını bastırmak için kalbinin üzerine koyduğunu da görüyor gibiyim. "Ama nasıl olur" diyorsun. Olmalı. Olması gerekli.

 

Şu an içini bir soru işaretinin kapladığını tahmin edebiliyorum. "Nasıl, nasıl, nasıl..." diye bir ses haykırıyor gönlünde. Her şey sana bağlı. Küçük bir kıvılcımın kor bir aleve dönüşmesi zordur. Yükü ağırdır. Yürek kuvveti, gönül derinliği ister. Izdıraplıdır. Aşkla bağlanma ister. Yalnız olmak zordur. İşte bu yüzden dizlerimi kırıp, boynumu büküp, çöküveriyorum bir aşk simyacısının dizlerinin dibine. Ve bütün sükûnetimi muhafaza ederek "Gönüllerimize aşk tohumları eken siz değil miydiniz?" diyor ve susuyorum. Benliğimi atıp, aşkımı ellerine bırakıyorum. Ki yoğursun, dönüştürsün. Yok, olayım, yoklukta varlığa ereyim. Daha ne diyeyim onunla aramızda "ben yok".

 

Ey gözleri yeşil ve hareli kız! Aşkın simyasını öğrenmen için kara gecelerde, kuytu köşelerde ölmelisin. Aşkın simyacılarını bellemelisin. Sonra zikr-i hafide anlamın her yönden değiştiğini, dönüştüğünü göreceksin. Anlıyor musun çökmelisin bir aşk simyacısının dizleri dibine ve "ben yok" demelisin. Aşka aşık olacak ve yanacaksın ta ki dem tutana dek.

 

Seviyorsun biliyorum, seni anlıyor ve tanıyorum. Yüreğinin bende olduğunu biliyorum. Depreşiyor duyguların. Bir yanın hep kanıyor. Bir set var gönlünde, sen, sana genel. Zamanı gelince yetkinleşeceksin sen de. İşte o zaman "O bir aşk simyacısıdır" işaretimle senin de bir yıldızın olacak. Yolunu, yönünü Ona göre tayin edeceksin. Ulaşmak için ellerini uzatacaksın ama sadece ışığı düşecek avuçlarına. O ışık yüreğindeki kıvılcımı kor bir aleve dönüştürmende sana umut olacak. Ve bir gün anlayacaksın, aşkın bir boyutundan diğer b ir boyutuna geçişin, karanlılarda bir aşk simyacısının yani bir yıldızın yol göstericiliğinde olduğunu.

 

Yağmur hala yağıyor. Sen hala aklımdasın. Hareli gözlerin. Yanan yüreğin. Bitik umutların. Ve sen. Sen...

MURAT EROL

ÇILGIN

kentten uzakta bir ozan ki -Rilke-dir

komşu tanrısını arıyor

ıssızlıklar içinde

çıldıran Zerdüşt

öldürüyor tanrıyı düşlerinde

çiğniyor inatçı düşlerinde

oysa bir lütuftur hayat tanrıdan

bilmeden Zerdüşt ve ozan

uykudadırlar topraktan yataklarında

 

 

GÜN AYDIN

koparıp yamadılar kışa baharı

nefesi kesildi üzgünlük günlerinin

kardan adam dirildi havuçtan

burnunu çıkarıp atarak

bay kuş gün aydın dedi

gün aydın önündeki yeme bakarak

göçtü zemheri

artık ne rahattır sokakta

gezerken kedi

güneşin sıcak nefesiyle aydın gün

MECİD SADIK

DÜŞE KALDI AŞK

Temmuz sıcağı. Günbatımına yakın. Dışarıda sakin bir yağmur. Şemsiyesiz de dolaşılabileceğine inanmış kalabalık yüzler. Az kalsın güneş kaybolacaktı telaşı.

 

Gelmedi. Yine mi bekleyeceğim?... Biliyorum ki gelmeyecek ve ben yine de 'birazdan' avuntularıyla kapıyı gözleyeceğim.

 

Bir ara dalıyorum. Uzaklara, çok uzaklara. Piramitler geride kalıyor. Denizler dalgalı. Dünya bu gece üşüyecek. Sahildeki kumrular aşkın sayısız yüzünden biri arıyor olmalı. Aramak değil miydi aşk? En azından hayal kurabiliyorum. Bir kadın, yokluğu varlığını aşan güzellikte. Yalnız düşlerimde. Bir duyum daha çaydan. Beklediğimle düşlediğim arasında med-cezir girişimleri. Üçüncü biri giriyor aramıza ve bir kadını düşlemenin bende açacağı gedikleri sayıyor. Dinliyorum. Dinlemek zorundayım. Çünkü konuşan benim. Bir çay daha alır mıyım? Yok, bu sefer kahve olsun. Kahvenin hatırı var, kırılmasın. Çay arkadaştır, sırdaştır ama kahve başka. Kahve dost. Gelip gidiyor ara sıra. Öylesine uğruyor. Oturup konuşuyoruz. Çay dinliyor ama sadece dinliyor. Kahve dinliyor ve anlıyor. Kahve bu yüzden dost, bu yüzden onu seviyorum. Bir kahve lütfen. Köpüklü ve orta şekerli. Nerede kalmıştık? Med-cezir, bekleten, beklenen ve konuşan. Düşlerdeyiz. Önce kendime söz hakkı veriyorum. Kadından konuşuyor. Kadınlardan. Bir kadını düşlemeyi anlatıyor:

 

Bir kadını düşlemek, hakikati beşerileştirmektir. Düş hakikattir, kadın beşer. Düşlerin kadar senin olabilen kadın beşeriliği unutmuştur.

 

Bir kadını düşlemek, kulbe-i ehzanda Yakub'la sırdaş olmaktır, sağlamaktır. Çünkü kadın, ağlatabildiği kadar yaşar. Yaşadığı kadar da ağlatır. Seni ağlatmayan kadın senin değildir. Ne zaman ki yağmur diner gözlerinde, kulbe-i ehzanda biter hayat, aciz var olma savaşları başlar. Kadın ağlatır.

 

Bir kadını düylemek, Marcello'yu anlamaktır. O'nun söyleyemediğine cesaret etmektir. Marcello, anlatabilseydi kadın düş olamazdı. Tarif edilebildiği  nispette düş olmaktan çıkar kadın.

 

Bir kadını düşlemek, kendine düşman kalmaktır. Kendini ve aşkını inkar edemeyene kadın, aşkı tattırmaz. Aşk, inkardın kadının saflığında.

 

Bir kadını düşlemek, mekanı daraltmaktır. Kadının varlığı mekandadır. Aman, mekanı içtiğinde kadın zamansızlaşır. Mekanı zamana dönüştürebilen aşk, kadının yüceliğidir.

 

Bir kadını düşlemek, güneşi karartmaktır. Kadın saltanatını paylaşmaz. Güneşin ışıkları saltanatının nişanıdır. Ne zaman ki güneş kaybolur, başlamıştır kadının saltanatı. Kadının gücü, güneşin yerine geceyi aydınlattığı kadardır.

 

Susuyorum. Yağmur kırkikindiyi sürdürüyor. Güneşin direnici sıcaklığında. Kahvemi yudumluyorum. Masalarda aşk. Kadınlar, güçlerini perçinleştirmek için rehin alıyorlar akşamı. Anlık darbeler iniyor erkek yüreklere.

 

Artık düş kurmuyorum. Gözlerim açılıp kapanan ama beklenenin bekletmekteki ısrarına şahit kapıyı gözlüyor. Garsonun yüzündeki yorgunluk vaktin ilerlediğini söylüyor. Kasadaki şişman beyefendi radyoyu karıştırıyor. Akşama uygun bir müzik.

 

Kahve var mı?

 

Ya, demek kalmadı. Sanırım birazdan kapatacaksınız. Biraz daha oturabilir miyim? Birini bekliyorum da, gelmek üzeredir. İnanmıyorum. Kendimle konuşmayı bıraktım. Beni kendimle baş başa bırakmasan. Kendimi inkar edememekten korkuyorum da. Yalnız ben varım pastanede. Gelmesi lazımdı. Hasta olmasın sakın. Grip salgını var zaten. Kim bilir halsiz yatıyordur yatakta ya da trafiğe akılmıştır. Sabah gazetede okumuştum, bugün eylem yapacakmış memurlar. Geçişler tıkanmış olabilir. belki de iş yerinde iş uzadı. Patron acil bir iş vermiştir. Müdür bu, hayır diyemezsin ya. Ekmek parası. Gelmemesi için ne de çok sebep var. Haklı, ona kızmamalıyım. Her şey olabilir. ya ben?...

 

İnanmıyorum bu hayata, bu şehre, bu şehrin kadınlarına. Başka bir dünya olmalı benim için, görünenin arkasında, düşlerimdeki gibi. Denize vurmak istiyorum bedenimi. Denizlerimi düşünüyorum. Soğuk rüzgârları, ıslak ağaç yapraklarını, dağ eteklerini, yayla akşamlarını, ıslak bir deniz sabahında uyanmanın tadını. Ormanda kaybolmak istiyorum. Yüksek ağaçlar altında heybetli naralar atmak.

 

 

Kapı son kez açılıp kapandı. Kasadaki şişman beyefendi paraları sayıyor, anladım gitme vakti.

bir daha gelmemek için

anladım, gelmeyecek.

hiç olmazsa düşleyebilseydim.

anladım,

bir kadını düşlemek, ona yaslanmaktan acıdır.

anladım,

bir kadını düşlemek, ölüme boyun eğmektir.

kadın, yine düşlerimde kaldı.

onu sevmem de bu yüzden ya...

 

 

Temmuz '98

ANKARA

EKREM ÖZDEMİR

HÜZÜN Kİ SEVGİLİMİN ADIDIR

Yine hüzün ki ayrılık elçisidir bu saatlerde. Masmavi ve duru bir denizin en bulanık sularında yüzüyorum. Ufuk yakın,yine de hayal. Bir bakış ötedeki sevgiline ağzını bıçak açmamacasına söyleyecek sözü olamamak. Bir şeyleri kurtarmayı dilemek ama ilk sözü söyleyememe acziyeti. İkimiz de buradayız. Burada ve yan yana. Oysa ne kadar uzak gözlerimiz. Ne kadar ayrı ve diğeri. Dileniyoruz adeta, yalvarırcasına. Ağlamaklı bakışlarla birbirimizden kotarmayı amaçladığımız heyecanlarımıza esir olmuşuz. En azından dürüstüz. Dürüst ve samimi. En azından firakın başladığı noktada dahi onurumuzu koruyoruz. Birlikte kitabını yazdığımız bir aşkın son demleri. Bu bizim aşkımız, bizim hikâyemiz, bizim geçmişimiz. Baştan sürüklendiğimiz bu aşkın son sayfalarını yazamayışımız ve arzularımıza yenik düşüşümüz. Acı. Hükümdarı olduğumuz bir çağda yönetilen kalışımız ve bizi bizden bağımsız güçlerin sürgün edişi. Aklımı hiç sevmeyişim de bu yüzden. Sevemeyişim.

 

"hüzün

zaman zaman deli dalgalarla gelir

gönlümün kıyısına vurur"

 

Ne zaman ki dağlara yaslandım ve ne zaman ki eteklerimde kendi güneşimi seyrettim, akıl denen kayıp hazinemin, yine kayboluşu ve bir duvarın arkasında tedirgin, beni izleyişi ve ne yazık ki, kadınların mantık süzgecinde eritilmiş, emanet sevdalara gebe erkekleri satın alışı. Oysa tüm aykırılıklarımla ben, sana olan biatımı renklerin özgürlüğüne, yalnız ve gizemli yıldızının parıldayışına adak vermiştim. Sen, renklerin hür kaldığı ve yıldızın parladığı kadar gökyüzünde, benim olacaktın.

 

"ıslak kumlara yazılmış hikayeler

ummana kavuşur silinir

yavaş yavaş

her dalga ömrümden bir şeyler koparır"

 

Belki hep bir arayış içinde oluşum da bundan. Karanfil mezarlığında menekşe cesetler yoklamak. Yağmurlu gecelerde yıldızını aramak ve parlaklığını. Yanlış olan da bu ya. Ayın pranga saatlerde doğmasını beklemek. Yine de inanıyorum sana. Bir kere içtim gözyaşlarımı, bağlandım bir kere, kopamıyorum. Hiç doğmayacağını ve beni aklıma köle edeceğini bile bile.

 

Ne bu?

Aşk mı?

 

Aşk hiçbir zaman pişman olmamaksa evet. Bitmez, tükenmez güzeli aramaksa hayır. Tarifi kaygan kelimelere hapsedemeyiz kaderimizi. Döneceğini bilmek umuduyla emzirdiğim her gece duvardaki gölgem biraz daha büyüyor. Adaklarım kanıyor damarlarımda. Gecenin ilerleyen saatlerinde çeperlerimi aşıp içimi kemirmeye başlayan ve patlamış bir yanardağın öfkesiyle zırhlanmış hüzne sebep aramıyorum. Belli ki davetsiz çıkagelen misafirimi ağırlamaktan başka çarem yok insanlığım için.

 

neden titriyor gözlerim

kimi arıyor bu bakışlar

elim yüreğimde

yüreğim hangi ellerde

 

Bütün bilgeler yazdı tekkenin duvarlarına: BEDELSİZ AŞK HAKİKATE YOL TUTMAZ.  Başım önde ben arkada odamı yeniden keşfetme çabalarım. Kapının arkasına astığım büyük takvimde kendimi arayışım. Tükeniş öncesi son yakarışlar. Kime ve niçin? Son defa cevaplıyorum bu soruyu. Şafağa varmadan sönecek ışık. Vaktin var, dua edebilirsin ağlamak için. Semalarımda ışıldayan siyah-beyaz masumiyetin kalsın sadece. Senin olan bir tek o vardı.

 

Bana, bütün dünyaya başkaldıracak Don Kişot cesaretini bahşeden ve 'Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib, her kim helakim zehri demanındadır' dedirten, iki kelimeden müteşekkil o sihirli cümleye kurban edişim aydınlık gecelerimi. Bütün azalarımı son raddelesine varıncaya dek zorlayışım vaadlerimin emaneti için. Zamane şartlarına isyan edişim bana zamansızlığı haram kıldığı için. Aldırmayışım sahte sevgilere ve vaadlerime sarılışım. Ah, benim vaadlerim; dervişlik kaygılarım, aşk şakirtlerim...

 

Kaybolmanın vakti yokluk aleminde. Kanmamalı susuşlara. Susuşlarıma. Bir kadına aşık olmanın ondan gelebilecek tüm tehlikeleri kabul etmiş olmanın sükutuna. Benim sevgilime onca güzelliğine ve onca benzersizliğine rağmen yalnızca al dudaklarındaki gülümsemeyi ve yegane serveti hüznü bahşedebilen bir aleme kızgınlığıma. Değil mi ki evvelde hüzün vardı sevgilimin alnında, gözyaşı vardı. Ağlamak vardı insanlık adına. Bu alem oddan bir deniz değil miydi çöl sıcağında. Ben buna aşık değil miydim ve suskunluğuma, bu yüzden sevgilimin adı hüzün değil miydi... susuyorsam çığlık atmak için ehil şafaklar kolladığımdandır. Şair itiraf etmiş ya sükutlarımı:

 

"Hüzün ki en çok yakışandır bize"

 

Gecenin boynuma sakladığı sırrın ifşası: Ney'in sesine kulak ver de sevgili, ben bensiz geleyim, sen sensiz gel.

 

"hüzün

zaman zaman deli dalgalarla gelir

gönlümün kıyısına vurur"

 

13.10.98

Abidinpaşa