BİR REKLAM

.

Birkaç yıl önceydi, KPDS'ye ilk kez başvuruyordum. İş yerinden izin almayayım diye müsait olan eşimden bana bir form almasını rica ettim. Tandoğan'da, Ankara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'nden alınabiliyordu. Eşim telefonda, "Bak, beni almazlar başörtüsüyle, gidip de görevliyle yüz göz edeceksin beni." deyince, "Yok yahu" dedim, "sadece sınıflara başörtüsüyle almıyorlar. Kampüs alanına girebiliyorsun, belge alıp çıkacaksın nihayet." Dediğime pişman oldum. "Birazdan hüzünlü, öfkeli ve isyankâr bir sesle aradı eşim, "Demedim mi sana almazlar diye. Ne diye böyle bir şeyle beni yüz göz ediyorsun? Kapıdaki memur bile tepeden bakıyor insana. Almıyorlar işte" Kapattım telefonu, atladım gittim. "Sen burada bekle, hemen geliyorum" dedim. Girdim içeriye, bir baktım, küpelisi, keçi sakallısı, mini eteklisi, eşcinseli, lezbiyeni herkes giriyor bahçeye, bir tek benim eşim giremiyor. Eteğinin altına iç çamaşırı giymeyen kıza bütün kapıları açan kutsal devletim, inancı gereği saçlarını örtmek için başörtüsü takan eşime örümcek muamelesi yapmaktan vazgeçmiyordu. Görevliye dedim ki, "Herkes içeride, benim eşim niye dışarıda?" Hiç tereddüt etmedi; "Rektörlüğün emri böyle." 

Bunu asla unutmayacağım.       

15 yıldır Ankara'dayım. Eşim ve ben, 10 yıldır iş konusunda, Müslümanca yaşamayı deneyen herkes gibi sıkıntı çekiyoruz. İslamcılar, "Nasıl olsa senin gibi yüzlerce işsiz var" diyerek insanlık dışı şartlarda çalıştırıyorlar, Kemalistler için zaten yok edilmemiz gerekiyor. Ülkeye bakar mısın? Dostlarımız sırtımızdan, düşmanımız alnımızdan kurşunluyor. Yine de yaşıyoruz, yaşamak zorundayız. Üniversite mezunu bana gelince, KPSS, KPDS, ALES, askerlik şartlarını soran ama kendine, kendi ailesine gelince, üniversite hazırlık kursuna giden 17 yaşındaki oğlunu danışman diye bakanlığa aldıran adamı da asla unutmayacağım. Kıyıda köşede geçici işçi veya sözleşmeli küçük bir kadroya aldıklarında, ilahî bir lütuf bahşetmiş gibi davrananları da... "Kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için istemeyen bizden değildir" diyen Hz. Peygamber'e göre zaten bu insanlarla aynı dine mensup değilim. O halde niye bu zalimlerle aynı safta bulunayım ki!..

İnisiasyondan bahsedince çağdaş ve uygar, tasavvuftan bahsedince gerici ve yobaz sayıldığımız bir ülkede yaşamak zor. Hermen Hesse'in Siddartha'sını okumak maharet, Yunus Emre Divan'nı okumak garabet, Yajnavilkaya'dan bahsedince mistik, Attar'dan bahsedince arkaik oluveriyor insan. Yoga seanslarına gidenler göğsünü gererek anlatıyor fikirlerini, tarikat zikirlerine gidenlere öcü gözüyle bakılıyor. Dante'nin 12 yaşındaki Beatrice'e aşık olmasını anlayabilen Cumhuriyetimizin aydınları, Mevlana'nın Şems'le yaşadığı bilgi, gönül ve vahiy kaynaklı mistik dostluğu nedense sapıklık olarak görüyor. 14 yaşındaki kızların şehrin göbeğindeki barlarda pazarlanmasına ve birer fahişe olarak yetişmesine göz yuman entelektüellerimiz, 18 yaşındaki bir kızın evlenmesine cahiliyet gözüyle bakıyor. Biri bu insanlara -benim geçişime ve kültürüme küfretmesi için- özel para mı ödüyor, merak ediyorum. Hoş, Fransa'dan avize getirtmekle burjuva olunacağına inanan bir aydın tipinden daha fazlasını beklemek zaten ona haksızlık olur.

Yunanistan'dan gelen Hristo, Hıristiyan kimliğiyle Siyasal Bilgiler'de doktora yapabiliyorken, neden benim başörtülü Müslüman eşim İlahiyat'ta bile master yapamıyor, bunu tarih eminim bir gün izah edecektir bana.

Bir İmam-Hatip mezunu olarak yaşadığım sıkıntılara sadece bir örnek vermek istiyorum. Gazi İletişim'in Göker Müftüoğlu diye meşhur bir hocası vardır, okuyanlar bilirler. Bu adamın bir dersinden tam 8 sene boyunca kaldım. Sonunda çan eğrisi geldi, sınıf ortalaması düştü, bu sayede ben de geçtim. Yıllar sonra aynı fakültede okumuş normal lise mezunu bir arkadaştan şunu duydum: "Bir gün Göker'in TV Yapım Teknikleri dersinin finalinden kalmışım, hocayla da aram iyi, hemen koştum tabi. Hoca duyunca şaşırdı, "Olmaz Ahmet" dedi, "seni bırakmamam lazım." Kağıtları ve notları beraber gözden geçirince hoca anladı nerde hata yaptığını, "Seninle aynı isimde İmam-Hatipli bir öğrenci var. Onu bırakacağıma yanlışlıkla seni bırakmışım."

Hey güzel Allah'ım! Bunu duyunca bir anne babamın bana bütün hayatım boyunca aşılamaya çalıştığı devlete bağlılık ve itaat anlayışını düşündüm, bir de bu devletin bana layık gördüğü muameleyi. Gel de çık işin içinden.                 

Mümtaz'er Türköne haklı, "Sokak köpekleri gibi harcadılar bizi." Gençliğimizi yaşadığımız başarısızlıklardan dolayı kendimize küfretmekle geçirmemize (ve bunların hem bireysel hem de sosyal kişiliğimizde açtığı derin yaralara) neden olanları asla affetmeyeceğim. Bugüne kadar hiçbir Türk vatandaşına dinî baskı yapmamış olan eşime devletin bütün kapılarını kapalı tutanları ve bunun doğru olduğunu, böyle olması gerektiğini söyleyerek apaçık zulme çanak tutan içimizdeki ucuz kişileri de affetmeyeceğim.

İçimizden para, koltuk ve kadınla satın alınabilecek adamların ihanetiyle belimizi bükenlere, canı istediğinde Türkiye'nin herhangi bir yerinde bombalar patlatarak insan hayatını politik malzeme yapanlara, benden olsun çamurdan olsun diyerek devletin kadrolarını ehliyetsiz kişilerle dolduranlara, "eşitlik eşit insanlar arasında olur" zihniyetiyle yargının başında bulunan ve "eşitlerin kim olduğunu biz belirleriz" diyenlere duyduğum öfke hiç dinmeyecek. Ben acı çektim, acı çekiyorum, onlar da çeksinler. Çok geceler gözümüze uyku girmedi, endişeli bir bekleyişle yaşadık, onlar da yaşasınlar. Anlasınlar, "Yarın nasıl olacak?" endişesiyle yaşamanın ne demek olduğunu.

Kendimden çok eşim için referandumda evet diyeceğim. Bir şeyler değişeceği için değil, bir şeylerin değişmesini asla istemeyenlerin huzursuz olup uykularının kaçacağını biliyorum ya, sırf bu bile evet demem için yeterlidir.  

Eşim için, ona insanca bir yaşama imkânı hazırlayabilmek için, evet.  

 

Sınıf arkadaşıydık. Yedi sene beraber okuduk. Kızların en çalışkanıydı, hatta okul birinciliği için yarışıyorduk. Hiç ummadığım halde binde beşlik oranla benim birinci olduğumu öğrenince ben de Latife de şok olmuştuk. O üzüntüden, bense sevinçten. Aslında benden daha iyi bir öğrenciydi. Sayısal derslerde o üstündü, sözel derslerde ise ben. Ama ben (Kur'ân-ı Kerim, Arapça gibi) dinî derslerdeki başarımla ona küçük de olsa fark atmıştım. Bugün bile okul birinciliğinin benden çok onun hakkı olduğunu kabul ediyorum. Artık bir önemi olmasa da...

 

Fakülteyi kazanıp Ankara'ya yerleştikten sonra arada bir ortaokul ve lise hayatımın geçtiği Yunak'tan birine denk geldiğimde "Latife ne yaptı ki acaba?" diye mutlaka sorardım. O sene kazanamamış, ertesi sene mühendisliğe başlamıştı sanırım. En son Konya'da bir fabrikada müdür olduğunu duyunca çok sevinmiştim. O her zaman benden daha iyisini hak etmişti.

 

Neredeyse on yıldır gitmediğim Yunak'a birkaç hafta önceki gidişimde öğrendim son durumunu. Döndüm, bir hafta sonra Latife'nin ölüm haberi ilişti kulağıma. Önce bir trafik kazasında öldüğünü öğrendim, sonra liseden bir arkadaşla -Osman Karataş'la- konuştum, Konya'da aylar önce kaldırımda yürürken bir arabadan fırlayan parça çarpmış Latife'ye. Dört-beş ay hastanede yaşam mücadelesi vermiş. Nihayet yenilmiş ölümle. 

 

Latife ideal bir öğrenciydi, terbiyeli, ahlâklı, çalışkandı. Cıvıl cıvıl, konuşmayı seven, kötü not alınca oturup ağlayan, iyi not alınca sevinçten çığlıklar atan bir coşkuya sahipti. Yaşamayı seviyordu. Ama yalan dünyamız Latife gibi iyi insanları pek sevmediği için uzun süre dayanamadı varlığına. Ölüm haberini duyduğumda, önce sitem ettim içimden, "Allah'ım! İyi insanlar erkenden gitmek zorunda mı?" Arkasından "Allah sevdiği kulunu erken yanına alır" diyebildim Latife için.

 

Bir an düşündüm telefonu kapatınca; yedi sene boyunca nasıl da başarmak için amansız bir yarışı sürdürmüştük Latife'yle. O kadar mücadele boşuna mıydı? Bunun için miydi?

 

Yunak İmam-Hatip Lisesi 12-A sınıfından Hakk'ın rahmetine kavuşan ilk arkadaşımız Latife oldu. Herhalde içimizde en çok sevilen oydu ki!...

 

Latife Şekeroğlu. Güle güle arkadaşım! Mekanın cennet olsun.

            Bir kıyaslama yapmak gerekirse, romandaki Ella, temsilî amlamda Mevlana ile, Aziz Zahara ise Şems ile özdeşleştirilmektedir. Neden Ella ve neden bir kadın? Bunu yazarımızın kadın olmasına vererek tercihine saygı duyuyoruz.

            Mevlana'nın hayatı bir hakikat arayışından ibarettir. O bulduğuyla yetinmemiş, en büyük hakikatin peşine düşmüştür. Bugün biz, O'nu bu arayışı için seviyoruz. Yalnız biz değil, bütün dünya seviyor. Hazretin hayatından öğrendiğimiz bir gerçek de şudur: Hakikate yalnız gidilmez. Yoldaş gerek. Şems Mevlana'nın yoldaşı. Peki Şems öldükten sonra? Kuyumcu Selahaddin. Sonra? Çelebi Hüsameddin. Sonra? Snorası yok. Bütün bu saydığımız isimlerin asıl yoldaşı "Muhammed'den muhabbet oldu hasıl / Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl" hakikatidir. "Ben Hz. Muhammed'in (S.A.V.) ayağının tozuyum" der Mevlana. Neden? Çünkü (tasavvuf literatürüyle konuşursak) alemin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı kişi O'dur. Kâinat hakiat-i Muhammediye'den vücuda gelmiştir. Aşk, Nur-u Muhammediye'den alır kaynağını. Evet, hakikate yalnız gidilmez. Hakikate aşkla gidilir ve aşkın kendisi Nur-u Muhammed'dir. Mevlana'nın kalbinden Muhammed'i çıkarın, ne aşk kalır geriye, ne şiir, arayış!   

           

            Mevlana ile Şems'in yaşadığı ilişkiyi nasıl yorumlamalı? Bu bir aşk mıdır? Eğer aşk ise nasıl bir içeriğe sahiptir? Hangi aşktan bahsediyoruz? Tasavvuf literatürü bilinmeden izah edilemeyecek ve burada anlatmaya kalkarsak yazının boyutlarını aşacak bir konu ile muhatap olduğumuz için romana dönmeyi tercih ediyoruz. Şems aşkın bahçesini şöyle tarif ediyor: "Şayet hoşlukları, kolaylıkları toplayıp, zorlukları bırakırsak buna "aşk" denebilir mi? Güzeli sevip çirkini elinin tersiyle itmek en kolayı. Esas mesele iyiyi de kötüyü de sevebilmek; ayrım yapmadan. Sadece hoşumuza giden şeylere şükretmede ne var? O kadarını Belh'in köpekleri de yapıyor zaten.(s.197) Asıl adı Celaleddin olan bir insanı Mevlana (Efendimiz)yapan, bu uçsuz bucaksız, hür denizin içinde yüzmenin verdiği ruh dinginliğidir. Burada gönül darlığından kurtulmuş, ruhundaki yaralar kapanmış, "aramakla bulunmaz yine de bulanlar arayanlardır." hikmeti tecelli etmiş bir insanla karşı karşıyayız. Artık yeni bir hasret başlamıştır Mevlana'nın gönlünde: En sevgiliye ulaşmak. Şems, Mevlana ile birlikte aşk bahçesine girmiş, her ikisi de bu bahçenin sahibine aşık olmuştur. Artık ne Şems'in adı vardır bu bahçede, ne de Mevlana'nın. Yalnızca o vardır:

            "Hoştur bana senden gelen ya goncagül yahut diken."   

Şehrin bir başka nimetinden bahsederek devam edelim: İnternet. Yeryüzünde nefsin en özgür olduğu alan. Tamamen sanal bir âlemde, tanımadığınız insanlarla nefsinizin istediği her türlü eğlenceye dalmanız mümkün, hem de kimse sizi görmeden. Evinizin bir köşesinde, bilgisayar aşında, tüm dünya ile başbaşasınız. O kadar çok günah teklifi vardır ki, hangi birine karşı koyasınız! Ah, en çok da dindarların hali komiktir. Ucundan, köşesinden bulaştıkları günahlarla, o hep şikayet edilen internet bağımlısı kuşaktan olmadıklarını düşünüp "Ben o insanlardan değilim" tesellisiyle otururlar internet başına. Onların durumu daha da fenadır. Canları ister ama ölüm korkusu engel olmaya çalışır onlara. Aslında internet en çok onlar için faydalıdır. Zira işledikleri cürümlerin şahidinin olmayışı onlara pek bir rahatlatır.

Din, "İşlediğiniz günahlara şahit tutmayın" der, "Allah affedebilir, ama gören, bilen kişi aleyhinizde şahitlik yapacaktır." İşte internet için en büyük mazeret. Herkesten daha fazla bastırılmış duyguları olan, popüler kültürün Freud'u arkasına alarak "bırak ortaya çıksın" dediği içgüdülerini bastırmaktan ruhu aman vermez bir kargaşa yaşayan ve modern hayatın nimetlerini "medeniyetini al, ahlakı kalsın" düsturu ya da, "bıçak" sembolüyle karşılayan dindarların durumu daha da acıklıdır. Ne de olsa İslam şehir dinidir. Köyü mesken tutmak aklı mezara koymaktır. Dağdaki çobanla şehirdeki kunduracının destansı hikâyesi dolaşır dillerinde. Tabi ki şehirde yaşayarak daha büyük bir iş yapılmaktadır. Esas cihad da budur zaten. Bütün dünya, teknolojinin bir hayat şeklini beraberinde getirdiğini görmüşse de, insan özgürlüğünün facebook, youtube, twitter gibi sosyal medya ile iyiden iyiye kıskaç altına alınıp alınmadığını sorgulamaktaysa da dindarlar halen direnmektedir. İnternette dolaşan ölüm mesajları içeren slaytlar, kardeşlik, anne baba hakları, peygamber sevgisi, komşuluk, Allah inancı gibi konuları işleyen sinevizyon gösterileri rahatlatır şehrin dindarlarını. Bir ölüm vakası olduğunda GSM veya MSN yoluyla tüm sevenlerine duyuruyor olabilmek ne büyük saadet! Yine de kafası karışıktır. Neden? Facebook'un haram olduğunu düşünse başta dindaşları olmak üzere bütün şehri karşısına alacaktır, faydalı bir şey olduğunu düşünse, facebooktan gelen teklifleri nereye koyacaktır? Günah kadar, günaha yaklaşan yolları da yasaklar din. Ne yapsın şimdi bizim dindarımız? Hele youtube, blogspot, twitter gibi sosyal içerikli sitelerin ne kadar faydalı olduğunu dünden kabullenmiştir. Ne de olsa İslam şehir dinidir.

Geçmiş olsun.

 

           Bir Mutaassıp Tiplemesi 

            Romanda varolan ve yanlış anlaşılmalara açık bir tipleme de Şeyh Yasin. Aslında bu tiplemede yazarın bir ikileme düştüğünü söyleyebiliriz. Çünkü bir insan şeyh ise o tasavvuf ehlidir ve silsile yolu ile gelen bir tarikata mensuptur. Kimse belli bir silsileye, belli bir metoda (tarikata) sahip olmadan şeyh olamaz. Medrese ayrı yerdir, dergâh ayrı yerdir. Medrese devletin resmî eğitim merkezidir, dergâhlar tarikatların kurduğu ve devletin de bildiği manevî eğitim merkezleridir. Hal böyle olunca, bir insan hem şeyh hem de tasavvuf düşmanı olamaz. Eğer amaç, "rahmetim gazabımı geçti" diyen Allah'ı, korkulacak bir varlık olmaktan çok, sevilecek bir varlığa dönüştürmek ise, bu doğru bir yöntem değildir. Romanın mutaassıp karakteri Şeyh Yasin, sufileri şöyle eleştirir: "Bu tasavvuf ehli işi iyice abartıp, "Önümüz sıra dört kapı vardır; şeriat, marifet, tarikat ve hakikat basamak basamak çıkılır" diyorlar... Bir de çekinmeden diyorlar ki, "Dördüncü kapıya varanı birinci kapının kuralları bağlamaz. Hakikat ehli, şeriatın kaidelerine uymak zorunda değildir. Hoppala!... Bize düşen Yaradan'ın emirlerini yorumlamak değil, anlamaya çalışmak hiç değil, sadece ve sadece harfiyyen yerine getirmek! " (s.193-195) Biraz destursuz ve kaba softa olan Şeyh Yasin'in kişiliğinde İslam tarihinde hep varolan medrese-tekke rekabetini vurgulamaksa amaç, bu farklı bir konudur. Evet, kelam alimleri ile tasavvuf alimleri arasında bir mücadele hep olmuştur ve olmaktadır. Ama bu konumuzun dışında olduğu için buna girmiyoruz. Şeyh Yasin, Şems'in isteğiyle meyhaneden şarap alan Mevlana'yı şöyle eleştirir: "... Karısı eskiden Hristiyan (Mevlana'nın, hanımı Gevher Hatun vefat ettikten sonra evlendiği ikinci hanımını kastediyor), en yakın dostu (Şems'i kastediyor) tescilli zındık olan adamdan ne bekliyordunuz? (s. 311). El insaf!  Bir insan şeyhlik makamında olacak ve daha hiçbir küfrüne şahit olmadığı ve hiç kimsenin şehadet etmediği bir insana, sırf hasedinden hem de "tescilli zındık" diyecek! Kusura bakmayın sayın yazar ama, kazın ayağı hiç de öyle değil. Bir insanın kafir olduğuna hükmetmenin zorluklarından ve hem mutasavvıfların hem de alimlerin bu konudaki hassasiyetinden sayın yazarımızın haberi olmamalı ki, böyle rijit bir yorumu bile şeyhe nispet edebiliyor. Bu konuda Hallac-ı Mansur'un idamını okumasını salık verebiliriz. Mansur'un idam kararını verirken, ulemanın nasıl üçe bölündüğünü, bir kısmının "zahiren suçludur, batınen masum", diğer bir kısmının "zahiren masumdur batınen suçlu" diğer bir kısmının ise "ne zahiren suçludur, ne de batınen" diye üçe bölündüğünü, günlerce bu tartışmaların sürdüğünü, buna rağmen ulemanın Mansur'a mahkemede "Biz seni affetmek istiyoruz. Tövbe et, seni idamdan kurtaralım" tekliflerinde bulunduğunu, O'nun Müslüman görmek için her türlü gayreti gösterdiğini bilen bir İslam tasavvufuna sahibiz biz. Bu iş, öyle kolay değil. Eğer halktan birisi böyle bir yorumda bulunsa anlamak mümkün, çünkü cahildir, bilmiyordur dersiniz. Ama bir şeyh efendi, İslam'ın bu konudaki son derece ciddî hassasiyetinden habersiz ise, kusura bakmayın ona şeyh denilmez. Hele hele devlet, böyle bir insanı bir medresenin başına getirip de hocalık yaptırmaz. Bakınız mutaassıp Şeyh Yasin, Mevlana ile Şems'in dostluğunu nasıl görüyor: "Ah o Şems denen soysuz herif benim sınıfıma girecek olsa, elimin tersiyle sinek gibi kovalardım. Ağzını açıp da huzurumda saçmalamasına katiyen izin vermezdim. Peki, Mevlana ne demeye aynısını yapmıyor? Niye Şems'in her lafını harfiyen yerine getiriyor? Çünkü o da benzer meşrepten. İkisi de aynı kumaştan kesilmiş, ayan beyan ortada. Adamın zevcesi Hıristiyan bir kere. Neymiş, sonradan İslam'a dönüşmüş; bana ne? Kanında var Hıristiyanlık, çocuğunun kanına geçecek...(s.313) Bu bakış, Cumhuriyet sonrası Türkiye'de var olan ve el'an süregiden bir zihniyettir. Yeşilçam filmlerinden, köy romanlarına şeyh, imam, hoca tiplemeleri hep bu minvaldedir ve değişmez. "Onlar hep vardılar ve maalesef hep olacaklar" şeklinde izah edebileceğimiz bu eleştirel bakış, aslında şahıslara yönelik spesifik bir yargılama değil, genelde din adamları sınıfına yapılmış bir hakarettir. Peki bu yargı ne kadar haklıdır? Toplumları geri bırakan, ilerlemenin önünde bir set gibi duran din adamları mıdır? Bu yargıyı hak eden şahsiyetler ve uygulamalar yok mudur? Elhak vardır, ama bir insanı bütünüyle değerlendirmek lazımdır. Bir insan bütün yönleriyle kötü veya iyi olamaz. Bir meslek grubu da öyle. Hiç kimse mükemmel değil. Mevlâna da. Şems ile yaşadığı maceranın insanî boyutları da vardır, ilahî boyutları da. Ancak tasavvuf literatürü kullanılarak izah edilecek durumları da vardır, herkesin anlayabileceği halleri de. Siz, Mevlana ile Şems arasındaki ilişkiyi alır, Ella ve Aziz Zahara ile kıyaslar, meseleyi sadece gönül birlikteliği ya da ruhların birlikteliği ile izaha kalkarsanız ve buna (Şeyh Yasin tiplemesinde olduğu gibi) itiraz edenleri de "İşte yobaz" ve "Türkiye'de inançları konuşmak zor" şeklinde takdim ederseniz buradan çıkabilecek sonuçlara da razı olmalısınız. O zaman Mevlana için "eşcinsel"  diyen de çıkar, "eyvallah" diyen de çıkar, her türlü rezilliğine Mevlana'dan destek alan da. Maalesef o kadar basit değil.

Son olarak mutaassıp Şeyh Yasin'in Mevlana ile ilgili genel kanaatini verelim: "Mevlana oldum olası gayrimüslimlere iltimas geçti, azınlıklara yumuşak davrandı. Sık sık Aziz Khariton Manastırı'na gidip dua ettiğini bilmeyen yok. Ne işi var bir Müslüman'ın orada? Manastırın baş papazı ile aralarından su sızmıyor. Demek ki ya gâvurlarla, ya Müslümanlığı şaibeli dervişanla arkadaşlık ediyor. Bunlar zaten Rumi'yi benim gözümde güvenilmez yapmaya yetiyordu ama bir de Şems-i Tebrizî denen ne idiği belirsiz herifi evine alınca adam Hak yolundan saptı." (s.313) Evet, Mevlana'nın diğer dinden olan alimlerle dostluğu vakidir. Yalnız bu, kendi dinine olan güvensizliğin değil,  "Ehl-i Kitab'a hürmet ediniz" düsturunun bir ürünüdür. Hangi dinden olursa olsun, o dinin kutsal kitaba inanan müminlerine saygı ve hürmet gösterilir. Şeyh Yasin, maalesef bu kadarcık bilgiden bile aciz bir şeyh tiplemesi olarak romandaki yerini almaktadır!