Yaşamak istiyorduk. Herkes gibi. Ama herkes gibi hayatın bize emrettiği şekilde değil de, bizim hayata teklif ettiğimiz gibi. Tabi ki bunun için kavga etmemiz gerekiyordu. Ettik de. Ne çok yara aldık seninle bu kavgamızda. Bazen geri dönmeyi, vazgeçmeyi düşündüğümüz bile oldu. Yine de şansımızı denemekten vazgeçmedik. Mesela yeter ki karnımız doysun deyip herhangi bir işe girmiyor, yazarlık yapmak ya da evlenmek için eş aramıyorduk, sevgilimizle evlenmek istiyorduk.
Kutsal Ramazan ayıydı. Sahur vakti. Sen odana çekilmiş, günlerdir çıkmıyordun. Arada bir yüzünü gören cennetlik. Konuşmuyordun, konuşmak da istemiyordun zaten. Korkuyordum senin için, korkuyorduk. "Kendine bir şey yapmasın odada..."
Bazen sen yokken odana girerdim, pencere hiç açılmamış, belli. Ter kokusu havasızlıkla birleşmiş, odaya kasvetli bir koku yaymış. "Hastalanacak bu gidiş" diye düşünürdüm. Sen bir odada, ben diğer odada, ikimiz için "iki yabancı" şarkısının en anlamlı olduğu günler. "Birlikte ama yalnız."
Kendimi suçlu hissedişim niyeydi? "Sen Tanrının şanslı kulusun" derdin, "Sana verdi, bana vermek istemiyor." Belki de bu yüzden. Bense "sen de benim kadar mücadele et, sana da verir" havasındaydım. Hoş, hâlâ aynı fikirdeyim ya!...
Kireç badanalı kocaman bir binanın ortasından merdivenle girilen ikinci kattaki daire bizimdi. Zemini ahşap, tahtakurusu bol, duvarları bakımsız, pencereleri soğuk kaçıran bu evde biraz umarsızlık, biraz para, biraz da benim inadım yüzünden kalıyorduk. O büyük binada bizden başka herhalde dört beş tane daire vardı. Neydeyse, bütün imkânları kullanmış ev sahibi, girilebilecek her yerinden bir giriş yapmış binaya, içine de küçük bir daire. Altımız, yanlarımız hep komşu. Metropolün göbeğinde kasabayı yaşıyorduk.
Gece geç vakitlere kadar ışığın yanardı. Odana girmekten sakınırdım bazen, zaten bunalımlı günler yaşıyordun, bir de ben kötü bir şeyler söylerim, ciddî bir kavga başlar, ayrılmak zorunda kalırız endişesi duymak zoruma gitse de, muhtemelen seni kaybetme korkusu (daha doğrusu beni de kaybetmen) engellerdi beni. Bu yüzden sahura kadar okur, sonra fakir mutfağımızda ne varsa onlardan bir şeyler hazırlar, sonra da seni çağırırdım. Kimi zaman kalkar, kimi de kalkmazdın. O gece kalktın, ama hiçbir şey söylemeden. Elini yüzünü bile yıkamadan oturdun yer soframıza. Gözlerin açılmıyordu uykusuzluktan, yeni yattığın belliydi. Sanırım akşamdan (önceki akşamdan da olabilir) kalma türlü vardı, onu ısıtmıştım, yanına da yoğurt. Biraz peynir, biraz da zeytin. İşte sahur soframız.
Bazen çok kaygısız, hatta kayıtsız olduğumu kabul ediyorum. Eğer konuşmak istiyorsam karşımdakinin bunu isteyip istemeyeceğine bakmadan geveler dururum. Bunun için kendime çok kızıyorum ama elimden gelmiyor. Sükûtu ne kadar sevsem de başaramam bir türlü. Ne de olsa sohbet ekolünden geliyorum.
On dakika bile sürmedi yemeğimiz, sen susuyor, bense okumakta olduğum kitaptan bahsediyordum. Bu da bir başka kötü huyum. Benimle sohbet eden kimse, mutlaka o aralar kimi ya da hangi kitabı okuduğumu çok geçmeden anlar. Lafı döndürüp dolaştırıp okuduğum kitaba getirmesem olmaz. Nurettin Topçu okuyordum sanırım, "İsyan Ahlakı" olabilir. Biraz konuşursun umuduyla kitaptan bahsedince, o anı hiç unutmuyorum, kafanı bile kaldırmadan, somurtkan uykusuz yüzünle, "İşimiz gücümüz yok, bu saatte isyandan mı bahsedicez!" demiştin. Hemen o saniyede, seninle sabahlara kadar kavramlar üzerine yaptığımız sohbetler gelmişti. Böyle bir şeyi ilk defa söylüyordun ve ben "işler hiç iyi değil" demiştim içinden, "sanırım onu kaybediyoruz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." Olmadı zaten, hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Aşağılandığımı hissetmiştim, gururum incinmişti. "Geç vakit işten gel, şimdi bu kalkamaz diye sahura kadar otur, kendi ellerinle sahur hazırla, sana verdiği cevaba bak..." diyordu nefsim. İnsan bir kez bu duruma kendini düşürüyorsa hayatı boyunca bunu yaşayacak demektir. Öfke, korku, merhamet, nefret, hüzün, birçok duyguyu aynı anda yaşadığımı hatırlıyorum. Allah'tan bana bir daha böyle bir şey yaşatmamasını diledim. Diledim...
Sustum ve dersini almış bir çocuk gibi yemeğimi yedim. Yediklerim boğazımdan zor geçiyordu. O gece, iyi ki sahur gecesiydi. Sabredebilmiştim...
Ben bunları yazarken ramazan davulcusu sahur için mahallede geziyordu. Tam da bu vakitlerde yaşadığımız bir sahurdu. Sen ellerini bile yıkamadan yatağa geri dönmüştün. Bense arkandan seyretmiştim sadece. Bazen insanın söyleyecek sözü kalmıyor. Hayat bunu benim gibi birisine senin gibi birisiyle öğretti. Sen, ben, bir de oruç biliyordu bunu.
Şair ne güzel söylemiş, "Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır."
Sen asla dostlarını yalnız bırakmazsın. Sabredene, umudunu koruyana daima kol kanat gerersin. Biz sabırsız, biz telaşlı, aceleci ve kararsız. Hemen bekleriz ödülümüzü, hak ettik deriz hep bir ağızdan. Ama hatalarımızın bedelini öderken ne kadar zorlanırız! "Neden?" diye geceler boyu isyan ederiz de, bir gün olsun "Bunu ben istedim" demeyiz. Ama sen bunu da hoş görürsün. Bilirsin ki, zayıftır insan, her şeyin en mükemmelini ister, daima ister, bir türlü doymak bilmez. Bir gün başına bir sıkıntı gelir, "ne kadar talihsizim!" diye dert yanar. Halbuki o güne kadar ne kadar da talihli bir hayat yaşamıştır!
İnsanın bazen öyle dostlukları olur ki, kardeşliğin sadece kan bağıyla teşekkül etmediğini anlar. Genç adam, yirmi dört yaşında yetim ve öksüz hale gelmiştir. İzah etmek zor, anlamak ise daha da zor. Şairin dediği gibi "Tatmayan bilmez." Elimizde bir hakikat var: "Bilenler söylemez, söyleyenler bilmez."
Kelime, manaya tabut. Yine de kelimelerden başka ifade aracımız yok. Tuhaf değil mi, kelimelerle hislerimizin üstüne örtüler seriyoruz, ama o örtülerden başka bizi ifade edecek aracımız da yok. Çare yok, yol belli, başını eğip, usul usul yürüyeceksin.
Genç adamı hayat bırakmaz. İşlerin başına geçmeli, düzeni yürütmelidir. Yaşadığı acıları duyan, hisseden biri çıkar mı karşısına dersiniz? Hayat onu bir şeylere hazırlamaktadır. Farkında mıdır bunun? Hangimiz farkındayız ki ona bunu sormaya hakkımız olsun! Bize düşen kaderimizi yaşamak. Kaderin de üstünde bir kader olduğunu unutmadan.
Derken bir gün babasının bir zamanlar talebeliğini yapmış hocası gelir şehre. Ezilmiş ruhunun yakasından tutar, kucaklar onu. Allah sevdiği kullarını sahipsiz bırakmaz. Yeter ki sabretmeyi bilsin. Dile kolay, tam dokuz yıl eğitim alır ondan. Bu dünyayı, ölümden sonrasını öğrenir büyük fikirlerden. Kalbe ilmek ilmek işlenir cümleler unutulmamak üzere. Hocasının tavsiyesi üzerine başka ülkelere, başka şehirlere seyahatler yapar, devrin büyük ilim adamlarıyla görüşür, onlardan çeşitli ilimler öğrenir. Bahsettiğimiz adamlar, dünyayı avucunun içine almış, her şeyi kuşatan cümlelerin sahibidir. Yıllar sonra döndüğünde yaşadığı dünyayı daha iyi kavrayan, içindeki ateş gittikçe yükselen, bilge bir adamdır artık. Hocası "gitme zamanıdır" der. Engel olamaz. Tanrı misafirinin gideceği zamana Tanrı karar verir.
Bir yıl sonra haberi gelir hocasının, Hakk vaki olmuş, dar-ı bekaya irtihal etmiştir. Mekânı cennet olsun.
Aylar ayları, yıllar yılları kovalar. Genç adam büyümüş, kâmil bir insan olma yolunda ilerlemektedir. Bu sürgün kara toprakta mı bitecek? derken bir garip adam gelir yaşadığı şehre. Bir Cuma sonrası karşısına çıkıverir, tutar atının eğerini. Uzun uzun bakar yüzüne. İşte kelimelerin bittiği an! Bunca çekilen sıkıntı boşa değil ya, elbet bir mükâfatı olacaktır. Yoksa bu gelen o mudur?
Evet, odur. Bakmak fiili herhalde tarihe bu kadar nadiren geçmiştir. İki koca ada, dakikalarca bakarlar birbirine. Dilleri değil de gözleri, gözleri değil de kalpleri konuşur bu bakışta. Sanki yıllar öncesinden ruhunun aşina olduğu bir yüz. Nasıl da kaynaşırlar hemencecik. Yaratan yarattığını hiç yalnız bırakır mı?
Yüzlerce yıl konuşulacak ve hiçbir zaman tam olarak izah edilemeyecek bir dostluk başlar. Ne bilgeler, ne filozoflar, ne edipler anlatırlar bu sohbeti de, yine de künhüne varılamaz. Bitmesin gece, doğmasın güneş dedirten bu muhabbet şairin dediği gibi baldan tatlıdır. Aşk yeniden tanımlanır bu ilişkide. Dostluklar yeniden teraziye yatırılır. O kadar çok kelime var ki yeniden anlam kazanan, o kadar rivayet var ki bu dostluğu anlatan...
On yedi yaşındaydı. Hayatının baharında. Annesini kaybetti. Vatanından binlerce kilometre uzaktaydı. Bir sürgüne benzeyen hayatının içinde şimdi yepyeni bir sürgün başlamıştı. Yaratan birer birer sevdiklerini elinden almaya mı karar vermişti yoksa? "Aramızda başka kimse kalmayıncaya kadar sevdiklerini alacağım elinden?" mi demek istiyordu? "Yalnız ben olacağım sana dost. Dostum deyince beni, Sevgilim deyince yalnız beni düşüneceksin." İnsan sahiplenir, kıskanır da yaratan da mı kıskanır sevdiğini? En sevdiği kulunu daha çocukken yetim ve öksüz bırakmamış mıydı? Yalnız O'nu sevsin diye. O'ndan başka kimseden medet ummasın diye. Yaratan gerçekten kıskanır mı yarattığını?
On yedi yaşındaydı. Kim bilir ne zor geçirdi günlerini! Bir ırmak kenarında oturmuş, ailesiyle pikniğe gelmiş insanları seyretti, annesi merhametli elleriyle sofralarını hazırlayan çocukları... Bilirdi, o çocuklar, anneleri ne iş yaparsa yapsın, gözü daima üzerlerindedir. Etrafta koşuşan çocuklarına "Hadi yavrum, sofraya" diye seslenen sevimli anneyi seyretti belki de. "Benim de annem olsaydı yanımda!" diye geçirdi içinden. Aniden koyu bir hüzün kapladı yüreğini. Gözlerinin dolduğunu kimse görmedi. Küçük bir çocuk gibi ağlamaklı. Bir yanda yetişmiş bir erkek olmanın ağırlığı, diğer yanda annesizliğin yarattığı boşluk. En ağır şey değil miydi boşluk? "Anne" diye mırıldandı sessizce. Yanaklarından aşağıya minik bir damla yaş süzüldü izler bırakarak. "Çok özlüyorum." Burnunu çekerken ne kadar masumdu! Kocaman adam çocuklar gibi ağlamamak için zor tutuyordu kendisini. Bu yürek sancısını kim dindirecek şimdi? Ellerini kavuşturup bacaklarının arasına koydu üşüyormuş gibi. Halbuki hava sıcaktı. Titremeye başladı, konuşamıyordu artık. Sadece titriyordu. Birden bir kokunun varlığını hissetti. Çiçeklerin, yaprakların, toprağın kokusundan başka bir koku. Sıcak bir koku. Kapattı gözlerini ve kokuyu anımsamaya çalıştı. Birden küçükken yere düşüp dizini kanattığında onu sarıp sarmalayan kucağın sıcaklığını hatırladı. Annesinin kokusu. Bu ne güzel koku böyle! Sıcak, sevecen, huzur dolu. Hem ağlıyor, hem de kucağa sımsıkı sarılıyordu. Sırtını, başını sıvazlayan elleri, öpüp kollayan dudaklarıydı annesinin. Dizi acıdıkça daha sıkı sarılıyordu, sarıldıkça ağrısı geçsin diye. "Tamam yavrum" diyen sesini duyuyordu. "Ağlama kuzum. Geçecek şimdi" On yedi yaşındaydı ve bu kez kalbi acıyordu. Şimdi acısı geçmiyordu, bütün vücudu titriyordu artık, utancından kafasını kaldırıp gökyüzüne bile bakamıyordu, "Neden?" diye sitem etti başı önde, elleriyle kapattı yüzünü, "neden onu benden aldın? Ne istiyorsun benden?" Yüzüstü yattı çimlere, toprağa ağladı kimse görmesin diye. İçinde annesi bulunan toprağa. Onu duymuyordu kimse, görmüyordu. "Annemi istiyorum" diye yalvardı kimsesizlerin sahibine ezan sesi yükselirken. "Onu çok özlüyorum. Sadece onu istiyorum. Dayanamıyorum, çok özlüyorum Allah'ım! Onu benden aldın ama çok özlüyorum. Çok yalnızım Allah'ım! Çok acıyor, bu sefer gerçekten çok acıyor. Kime gideyim, nasıl anlatayım Allah'ım! Biliyorum almak hakkın ama, çok özlüyorum." Toprağı ıslatan gözyaşları...
Annemi özledim ben.
Genç bir erkek için zordur annesini kaybetmek. Dev gibi bir dağın yamacında yaprakları yeni boy vermiş küçük bir ağacın yalnızlığına benzer. Sert rüzgârlardan, fırtınalardan, savaşlardan, bombalardan seni koruyan dağın yok oluşu. Savunmasız, dayanaksız, korumasız bir ağacın gövdesi kadar zayıf. Anne demek, gidecek yer demek, tutunacak dal demek, kimse anlamasa da anlayacak dost demek, herkes gittikten sonra kalan kişi demek. O hep geri gelmesini istediğimiz, özlediğimiz, masumiyetimiz, saflığımız, çocukluğumuz demek. On yedi yaşındaydı ve annesini kaybetmişti. Kaç gece ağladı yorganın altında, bilmiyoruz. Gece zordur annesini kaybeden için. Hele ilk günler. Birden karanlığın içinden, pencereden doğru gelen bir ses duyarsın; "Oğlum!.. Yavrum!.. Üşüyor musun?" Kalkıp bakarsın karanlığa, ne tarafa bakacağını bilemeden. Sanki pencere açılacak, içeri annen girecek gibi. Bakar durursun boş bakışlarla... Ama açılmaz pencere, kimse de gelmez. Sadece sesler duyarsın karanlıkta, hatıralar canlanıverir, en çok da anneni üzdüğün, ona bağırdığın, bazen yüzüne kapıyı çarpıp kaçtığın kötü anılar canlanıverir, "Beni neden üzüyorsun oğlum!" diye ağlayan annenin sesini duyarsın. "Ben sana ne kötülük yaptım? Seni üzecek ne yaptım ki!" Ne kadar haklıdır o an anne!.. Aslında seni hayatın acımazsızlığına, zulmüne karşı merhametiyle korumak için nasıl da çırpınmıştır!... Bir dağ gibi arkanda durmuş, yıkılmaman için hep desteklemiş, her düştüğünde kaldırmıştır. Anlarsın bunu, şimdi anlarsın. Birden karanlığa yalvarırsın: "Anne, özür dilerim. Özür dilerim anne, gerçekten özür dilerim... Şimdi yanımda olsaydın, kendimi sana affettirirdim, seni hiç üzmezdim anne." Ama affedilmezsin artık, seni görünce gözyaşlarını silen bir anne yoktur karşında. Artık çok geç.
Babası annesinin yokluğunu hissettirmemek için kim bilir ne çok uğraşmıştır ama nafile. Baba dışarıdadır, yabancıdır, içeriye girmez, girmemelidir de. Babaların güçsüz ve zayıf görünmeye hakları yoktur. Onlar acıkan, susayan, üşüyen, uykusu gelen, oynamak isteyen çocukları için hayatla amansız bir mücadele vermek uğruna güçlü olmak, çalışmak, sürekli çalışmak, bıkmadan, usanmadan, en zoru da yorulmadan, hiç şikayet etmeden çalışıp kazanmak zorundadır. Babanın vazgeçme şansı yoktur, "artık yoruldum, istemiyorum" deme lüksü verilmemiştir ona. Öyle güçlü olmalıdır ki, eşi ve çocukları her düştüklerinde hayatın önüne geçip onlara vurmasını engellemelidir. Babası nasıl ağlasın bu genç adamla? Erkeklere gizli ağlamak düşmüştür kader kitabında.
Annemi özledim ben.
"İnsanoğlunun gerçek yurdu çocukluğudur" derler. "Tek dayanağımız çocukluğumuz." On yedi yaşındadır, çocukluktan, gerçek yurdundan koparılmış, hayatın gerçekleriyle tanışma, mücadele etmeyi öğrenme dönemine geldiği yaşta kaybetmiştir annesini. Daha sevmeyi öğrenmemiştir. İlk göz ağrısını gizli gizli yaşayacağı, tuhaf davranışlar sergileyeceği, utancından, erkeklik gururuna yediremediğinden kimseye söyleyemeyeceği, babanın görmezden gelen anlamsız bakışlarla, ablanın dalgayla, kız kardeşin meraklı gözlerle, ağabeyin "Bu da geçer" tavırlarıyla karşıladığı bu zor günlerinde annesi koşar erkeğin yardımına: "Dokunmayın benim aslan oğluma." Herkes bir köşeye çekildikten, yaşamın omuzlarına yüklediği görevleri bitirdikten sonra anne, bir kenarda derin düşüncelere dalmış, zor şer soluk alıp veren oğlunun yanına süzülür. Usulca elini alır eline, dizinde birleştirir. Anlayışlı, bilgili, kültürlü, merhametlidir anne, tabiat nasıl kucaklarsa seni, öyle kucaklar. "Oğlum" diye hafifçe seslenir omzuna elini atarken, "Neden anlatmıyorsun?" Zordur anlatmak, sanki bahsedince bütün gizemi, esrarı kaybolacak, anlaşılmayacak, bir laf söylenecek, zarar verilecek, dışlanacakmış gibi korkar konuşmaya. "Anlatacak bir şey yok ki anne." Eve geç gelmelerinden, erkenden çıkıp gitmelerinden, sürekli birine bir şey anlatmak istiyormuş gibi duruşundan bellidir derdi. Hayatla ilgili ufak tefek bütün kaçamaklarımızı annelerimiz sayesinde yaptığımız gibi ciddî isteklerimizi de onlar sayesinde yapmaz mıyız? Önce anneler ikna edilmez mi, babayı ikna etme görevi verilmez mi yeterince yükü sırtında taşıyan bu kadına? Arkadaşlarla eğlenmeye gitmek için ders çalışma yalanları en önce anneye söylenmez mi? Bazen kandırabildiğimizi sandığımız, bazen de o yorgun yüreğiyle gerçekten kanan, ama hep aslında, nasıl ouyorsa olan bitenin farkında olan annemiz, yalanlarımızı savunmaz mı evin babasına? Kanı kaynayan çocuğa yol açmak, ergenlik sorunlarını atlatması, kişiliğinin oturması, kendini bulması için fırsat doğurmak, bu coşkun ırmak akacak bir yatak bulsun hayattan kendine diye ne yalanlar uydurmaz mı babalarımıza? O babalar tesadüfen gerçekleri öğrendiğinde ezdirmek istemediği oğlunun önüne geçip "ben izin verdim" diyerek dikilmez mi kocasının karşısında? Bir kadın olarak oğlunun kalbindeki tahtını paylaşmak zorunda kalacağı kızla görüşmeye gittiğimizi kıyafetimizden bile anlamaz mı? Anneler anlar oğullarının yüreğinde kükremeye başlayan aslanın yerinde duramadığını. Şimdi yanında, mahzun bakışlarla boşluğa bakan oğlu gibi, aynı bakışlarla odayı seyreden genç bir kıza da annesinin yardım ettiğini bilmez mi? Genç bir erkeği hayattan alıkoyacak gücün sadece genç bir kızda olacağını bilen anne "Kim bu güzel kız?" diye sormaya başlar ürkütmeden. Yavaşça, korkutmadan, küçümsemeden, yargılamadan, erkeklik gururunu incitmeden, hissettiklerini anlamaya, aklından geçenleri okumayı deneyerek, usul usul bir kumaşı dokur gibi iner oğlunun yüreğine. Bilir, en ufak saldırıda ürkmüş bir at gibi kaçacağını. Sabırla, ne anlatsan dinler. Erkektir bu, bir kıza karşı içinden akıp giden kelimeleri ancak bir zamanlar genç bir kız olan annesi anlayabilir. On yedi yaşındadır, annesi yoktur yanında. Dest-i izdivacına talip olduğu kızı babası verirken "Annem gereken hazırlıkları yapar" güvencesi yoktur bu genç adamın. Ne büyük mahrumiyet! Oğlunun yuvasını kurmak için nasıl canhıraş bir gayretle çalışır anne!.. Düğün gecesi, elini öpüp "Hadi bakalım oğlum, göreyim seni" diyen annesinin duasını almadan gidecektir elkızının yanına. Bilmediği bir dünyaya adım atmanın ürpertici heyecanıyla...
Annemi özledim ben.
On yedi yaşındadır. Annesini kaybetmiştir. Akşamları pişen yemeğin, sabahları serilen sofranın, yeni alınan elbisenin, eve gelen komşunun, hatır soran dostların anlamı yoktur. Düzeni bozulmuş, havası kararmış, kokusu kaybolmuştur evin. Her şeye alıştıran zaman, unutturmayı başaramaz yine de. O boşluk bu genç adamın hayatından asla gitmeyecektir. Göklerden gelen bir kararla öyle bir boşluk oluşur ki genç adamın varlığında, bir yanda vatan hasreti, diğer yanda anne hasreti yakıp kavurmaktadır yüreğini. Bundan sonra hiç kimse ta ciğerinden onun adını anmayacaktır. Belki rüyalarında. Kaç gece rüyasına girdi annesi, bilmiyoruz. Neler anlattı annesine rüya âleminde? İnsanlık hangi dersi çıkarmalı bu rüyalardan? "Annenizi kucaklayın bu gece benim için" mi dedi, "Sarılın doyasıya, ben annesiz kaldım, ama siz özür dileyin annenizden. Onu hakkıyla sevmek için fırsatınız varken yapın bunu. Başka hiç kimsede bulamayacağınız o kokuyu doyasıya çekin içinize. Ne çok acı var hayatta ve ne kadar az dost! Ne kadar büyük olsanız da çocuk kalabildiğiniz tek varlığa sahip çıkın. Gerçek yurdunuzdur orası, bütün saflığınız, masumiyetiniz orada. Sevecen gözyaşlarıyla sizi daima koruyan annenizi sevme fırsatı varken elinizde, kaçırmayın, sevin annenizi. Ben annemi genç yaşımda kaybettim."
Annemi özledim ben.
Mutsuz bir ailede çocukluk yaşamak ve o çocukluktan kopup hayat denizinin hırçın dalgaları arasına karışmak zordur da, mutlu bir ailede yaşanan çocukluktan kopup yaşamla yüzleşmek daha da zordur. Biri yaşayamadığı, bilmediği sevgileri arar her insanda, diğeri yaşadığı, tattığı huzuru. "Tatmayan bilmez." Kaybedilen sevgilerin yerini doldurmak hiç bilinmeyen bir sevgiyi yaşamaktan daha zor değil midir? Sürekli kıyas yapmak, o eski tadı, zevki aramak. Kontrolsüz önyargılarla yaklaşmak her insana. Bir türlü tatmin olmayıp, hep daha fazlasını bulma ümidi. Eğer bu zevk, anne kokusuysa yerini neyle dolduracağız? Sevdiğin kız seni terk ederse sevecek başka bir kız bulabilirsin, ama anneni kaybedersen!..
Genç adam, seni anlayabilir miyiz? Neler yaşadın, hangi acılarla boğuşmak zorunda kaldın? Kimler yardım etti sana, yoksa tek başına mı üstesinden gelmeye çalıştın?
Bakalım, annesini kaybeden bu genç adamın yaşadığı boşluğu doldurabilecek biri çıkacak mı karşısına?
Seni anlayamazlar, bunu biliyorsun. Zaten seni anlamalarını beklemedin hiçbir zaman. Hep önce kendini anlamayı, anlatabilmeyi istedin. Çok konuşmayan, söylemekten çok dinleyen, dünyaya kapalı Allah'a açık olmayı diledin. Belki dilemedin, karakterin buydu. Nihayet her susan gizemli değildir. Dahası, bazı suskunlardan alabildiğine kaçmak gerekir. Durgunluğu derinlik sanıp yaklaşırsın, içindeki çirkinlikleri ancak susarak saklayabilen bir insan çıkar karşına. Ama sen böyle değildin. Eğer sen kendini tanır ve anlatabilirsen insanlar zaten anlarlar diye düşündün. Zaten her biri senin için birer ayna olan insanların anladığı, senin anlatabildiğin kadar değil midir? Mutlak bir yalnızlık içinde değil mi insan? O yalnızlık ne yaparsan yap, geçmeyen bir ağrı değil mi? Kim, senin bile üstesinden gelemediğin bu yalnızlığı senden alabilir? Hepimiz bir tiyatro oynar gibi birbirimizin rollerini çalmıyor muyuz? Bazen gülmek gelir içinden, kocaman laflar edip, etrafını yangın alanına çeviren insanların, vazgeçilmez güzel kızların, çalımından geçilmeyen yakışıklı erkeklerin, dünya onun sanan koltuk sahiplerinin, ben en büyüğüm diye bağıran sporcuların, entrikayla, yaptıkları yanına kâr kalacak işgüzarlığıyla sırıtan politikacıların, sonradan görme tombul orta yaşlıların, herkesin ama herkesin, o mutlak yalnızlık anı geldiğinde, nasıl da çaresiz, acınası, yalvaran bakışlarla, nereye gittiğini bilmemenin verdiği korkuyla, şaşkın bakışlarında yakalanan gerçeği görmek istemez insan. Ah zavallı insan!.. Eşref-i mahlukat olduğu kadar zalim ve cahil insan.
On yedi yaşında, annesini kaybeden genç adam, aynı yılın sonunda kardeşini kaybetti. Hüzün yılı adeta. Bir şeyleri hatırlar gibi oldu, sanki tarih kendini tekrarlamak istiyordu. Aradan bir yıl geçti, babası evlendirdi onu helal süt emmiş, terbiyeli bir kızla. Hemen ertesi sene bir oğlu dünyaya geldi. İnsana avunacak sevinçler lazım, yoksa can sıkıntısından patlarız bu dünyada. Biraz toparladı sanki, hayat devam ediyordu. Ah, seven bir kadın ne büyük tesellidir erkek için. Bir yeri olduğunu bilmek. Göğüsleri merhamet, kucağı şefkat dolu, seven bir kadın. Ve o kadınla birlikte dünyaya bir hediye sunmak. Yaşamaz mı bu erkek, dayanmaz mı feleğin kahredici belalarına!.. Yine de bir hüzün, annenin, kardeşin gidip de gelmeyen bedenlerinin soğuk rüzgarlarla getirdiği hüzün!...
Zaman sanki bir rüya ve bir su gibi akıp gidiyor. Sevinçlerle birlikte acıları da yoğurup harmanlıyor insanı. Nasıl değiştiğini bile anlamıyorsun. Kabuk bağlayan yaralar da, bir süre sonra kaybolup gidiyor. Unutmak için aranan sevgiler. Bir kadın, bir çocuk, bir ev ve bir iş. Her gün tekrarlanan ödevler. Sıradan görüşmeler, usandıran yazışmalar, sevinci yakalamaya çalışan gönül. Benim ne işim var bu dünyada, dedirten saçmalıklar. İnsan bazen çok sıkılıyor değil mi? Öyle renksizleşiyor ki dünya, herhalde bunlar için burada değilim, bana bunu yapamazsın, diye Tanrıya sitem edesin geliyor. Şairin dediği gibi, "Şükür ki insandan insana fark var" Yoksa nice olurdu halimiz!
Çok geçmedi. Tam hayatı tekrar sevmeye giden yola girmişti ki, yeni bir acıyla karşılaştı. Bitmiyor değil mi, bitmeyecek acılarımız!.. Ruhlarımızın ancak acı çekerek huzura kavuşabileceğini söyleyenlerin haklı olduğunu düşünmemek elde mi? Bir günahın bedelini ödüyor gibi geçen hayatımız, bize ne öğretmeye çalışıyor acaba? Tam sevinci yakaladığımızı düşündüğümüzü anda, elimizden kayıp giden mutluluklara üzülmemek elde mi? Yüreğimizin aldığı her yara, dermanımızı kesmeye devam ediyor. Bu hep böyle mi sürecek? Bir şehrin en zengini, en fakirinden daha mutsuz bir yaşam sürebiliyorsa, bir yerlerde sorun aramak gerekmez mi? Katı olan her şeyin buharlaşıp yok olmaya yüz tuttuğu dünyamızda, vazgeçilmez olmaya değer olan ne kaldı elimizde?
Yirmi dört yaşındaydı. Babasını kaybetti. Önce anne, sonra kardeş, şimdi de baba. Hem de yabancı bir memlekette. Dayanılacak gibi değil ama dayanıyor insan. Yaşamak bir mecburiyet değil mi bir yerde? Hatta bazen bir saldırı! Annesi öldüğünde düşündükleri geldi aklına. Gerçekten yaratan onu kendine mi saklıyordu yoksa? Sevdiklerini bir bir elinden alacak mıydı? Bütün sevgililerin bir gün terk edip gideceğini, bir tek kendisinin terk etmediğini mi öğretiyordu yaratan yarattığına?
Babamı kaybettim ben!
Muhteşem bir cenaze töreni düzenlendi şehirde. Caddeler mahşer yeri gibiydi. Ne çok seveni vardı babasının! İmrendi babasına, zaten örnek aldığı insandı. İlk öğretmeni, en büyük öğretmeni, hayat öğretmeni olan babasına daima hayrandı. Aldı eline kitabını babasının cenazeyi defnettikleri günün gecesi. En değerli miras buydu babasından kalan. Öptü, kokladı kitabı, sardı kucağında. Artık babası yok, kitabı vardı. Annesinin ölümüyle garipleşen genç adam, babasının ölümüyle daha bir mahzunlaştı. Bayramlarda elini öptüğü adam gitmişti işte, şöyle bir kucaklayıp alnından öperek, "yürü oğlum, arkanda ben varım" diyen tebessümü kaybolmuştu. Herkes "Bayramın mübarek olsun" diyecek, annesini ve babasını kaybeden genç adam içinden, "Bayramsa bayramım mübarek olsun" diye içlenecekti. Giderek suskunlaşıyordu. Eşi, göz bebeği onun bu halini gördükçe içi parçalanıyor, yardım etmek istiyordu ama ne çare! Babasını kaybetmiş erkeği bir kadın anlayabilir mi? Baba demek dünyada sahipsiz olmadığını bilmek değil midir erkek için? Hatta ne çok şeydir baba! Küçük bir çocuk için Tanrı. Düzen koyan, yaşamayı öğreten, kuralları işleten, uymayanlara cezasını veren, heybetinden annelerin eteğine sığınılan adam. Bir bakışıyla bir kitap dolusu cümle söyleyebilen tek insandır baba. O gülüyorsa hayat iyi gidiyor demektir evde. Hele çocuklarıyla oynuyorsa dünyada yaşamak ne güzeldir öyle! Onun ilgisini kazanmak adeta Tanrı sevgisine mazhar olmak gibi bir şey. Herkesten fazla seven, ama herkesten gizli seven insan. Bir delikanlı için, kanı kaynadığında, dünyayı yakıp yıkmak istediği, bütün kuralları yıkmak, bütün inançları kökünden söküp atmak istediği deli fışkın dönemlerinde en büyük rakip yine babadır. Tanrının yeryüzündeki temsilcisi babayla mücadele etmek zordur. Çünkü Tanrının yeryüzündeki iktidarına isyan etmenin dünyadaki karşılığı babanın evdeki iktidarına isyan etmektir. İlginçtir erkeğin babasıyla ilişkisi. Bir zamanlar en güvenilir, en büyük dostu olan baba, şimdi en büyük rakibidir.
Babamı kaybettim ben!
Devletin ne olduğunu öğreninceye kadar devlet babadır erkeğin gözünde. Hatta yeri geldiğinde devletin zulmüne karşı sığınılacak limandır. Yaş ilerleyip hayata atıldığında, baba artık devlet rolünden soyunur, saygı duyulan kanaat önderine dönüşür. Baba için iktidar kaybının başladığı yıllar. Oğul artık karar alırken ona sormaz, sadece uygularken haber verir, o da nezaketen. Ah yalan dünya! Benlik duygusu iyice yerleşmiş, evlenilmiş, çoluk çocuğa karışılmış, gelin hanımın ve çocukların itaati bir iktidar alanı oluşturmuş, babaya artık gerek kalmamıştır. Hatta yaşlanmış, kendi ihtiyaçlarını görmeyecek hale gelmiş baba, gelin hanımın da asık suratıyla çekilmesi gereken bir yük haline gelmiştir. Kurt kocayınca kuzuların maskarası olur. Elin kızı gelir, babanı istenmeyen adam ilan eder, kucağında hayatı öğrendiğin adama diklenirsin. Bir lütuf gibi sunarsın ilgini, yardım ederken ihsanda bulunduğunu düşünürsün. İşte o zaman kocamış kurdun gözlerine bakmalı, dünyanın nasıl bir yer olduğunu o bakışlar çok iyi anlatır. Babana bile güvenmeyeceksin bu dünyada derler ya hani, güvenilmez olabilecek en son kişidir baba. Babana da güvenmiyorsan bir hayvan olduğuna inanabilirsin.
Kırk yaşını doldurmamış erkeğe adam demezler. Erbain çıkarmak hayatı öğrenmenin şartı, taşların yerine oturduğu zamandır. Bir bakarsın, babana duyduğun sevgi birden artmaya başlıyor. Giderek hayatındaki anlamı büyüyor bu yaşlı adamın. Hele ellili yaşlar ne zordur! Artık baba yoktur ve işin garibi babanın ne demek olduğunu en iyi kavradığın yaşlardasındır. Bir pişmanlık, zamanı geri getirme imkânlarına duyulan özlem.
"Meğer babam ne kadar önemliymiş hayatımda!" Geçmiş olsun.
Babamı kaybettim ben!
Yirmi dört yaşındaydı, babasını kaybetmişti. Şimdi kime dert yansın bu genç adam? Hayatı kimden öğrensin? Baba gitti mi o mutlak yalnızlık daha güçlü çıkar ortaya. Yapayalnız bir adam oluverirsin birden. İçinde bir boşluk. Her an bir yerden bir tehlike gelecek ve sen savunmasız, çırılçıplak... Babasını da kaybetti genç adam. Evliydi, çocukları vardı, ama bu yabancı diyarda babası en büyük dayanaktı. Şimdi ondan yoksun, bir kolunu kaybetmiş asker kadar mahzundu. Onu bekleyen görevler vardı. Bir an evvel işlerin başına geçmeli, düzen yürümeliydi. Ocak tütecek, yemek pişecek. Erkek adama yakışır mı ümit kesmek!..
Garip değil mi, sevdiklerimiz ne çabuk terk ediyor bizi. Sevmediklerimiz ömür törpüsü...
"Hayatta ben en çok babamı sevdim" diyen şaire kulak vermeli şimdi. Burnunu göğsüne dayadığı babasını özlemenin bir erkek için ne ince bir sızı olduğunu kaydetmeli bir yerlere. Bayramlarda babasının mezarına dua etmeye giden adamları dinlemeli babayı kaybetmenin künhüne varmak için.
Yaratan bu genç adamı çok sevdi, belli. Büyük acılar yaşattı ona, tıpkı insanın en büyük acıları en sevdiği kişiye yaşatması gibi.
Yine de şikâyet etmedi genç adam, besbelli o da anlamıştı anlaması gerekeni. Kulak verdi kâinatın sesine, hakikat her insanda farklı tecelli eder, bakalım bu genç adamda nasıl tecelli edecekti?
Bir evde, kadın komşusundan şikâyetçi oluyormuş. "Şu penceresi görünen evin kadını ne kadar pasaklı. Tülleri hiç yıkamaz mı? Ne kadar kirli görünüyorlar öyle..." Ertesi akşam yine otururken şikâyete başlamış: "Şu komşu kadının pencere tülleri ne kadar da kirli görünüyor. Aylarca yıkamıyor herhalde. Bu kadar da pis olunur mu?" Üçüncü akşam yine aynı şikâyeti yapınca evin erkeği dayanamamış, ertesi gün evin pencerelerini iyice bir temizlemiş. Akşam yine otururken kadın, "Eh nihayet kadın pencerenin tüllerini yıkadı. Baksana, artık temiz görünüyorlar." demiş. Adam karısına demiş ki; "Hanım, o kadın tülleri yıkamadı. Ben bizim evin camlarını temizledim bugün."
"Her şey müşterek" sözünün "her şey eşit" olarak algılandığı bir zamanda evlilik üzerine kafa yormak ne kadar saçma da olsa, hayat bize kurallarını dayatırken saçma olup olmadığını sorma hakkı tanımadığı için, olanı konuşmak zorundayız. Dostoyevski'nin "Duvar bir duvardır, hayat size iki kere ikinin kaç ettiğini sormaz" sözünü aklımızın bir yerine kazıyalım. Soren Kierkegaard'a göre, dünyada yaşadığımız bütün sıkıntıların kaynağı can sıkıntısıdır. Tanrı canı sıkıldığı için Adem'i yaratmış, Adem'in canı sıkıldığı için Havva yaratılmış, ikisinin canı sıkıldığı için Habil ve Kabil ortaya çıkmış, onların da canı sıkıldığı için ilk kan dökülmüştür. Bizi erkek ve kadın olarak yaratan ve birbirimize meyletme isteğini veren yaratıcının kurallarını sorgulayacak değiliz. Bir kadına ya da bir erkeğe meylederken Tanrı'nın bir isteğini yerine getirdiğimizi düşünmek acaba biraz rahatlamamızı sağlar mı? İtiraf edelim, geçici bir süreliğine uğradığımız şu dünyada bizi can sıkıntısından kurtaran en önemli olay, karşı cinse duyduğumuz istektir. Bir kadını seyrederken Allah'ın Cemal sıfatının tecellisini görüp, bu güzelliği hakkını vererek takdir eden hikmet sahipleri bahçemizi şereflendirmediğine göre, biz hikmet ve irfan yoksulu çevremizde olup bitenle ilgilenelim. Herkes yaşadığı çağın çocuğudur ve elinde hakikat diye taşıdığı meşale önünü ne kadar aydınlatıyorsa ufku o kadar geniştir.
"Aşk için evlenin, hem eşinizin hem de kendinizin en iyi arkadaşı olun" diyen Konfiçyüs'ten uzak bir iklimde yaşamanın acısıyla başlayalım. Şair haklı; "kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok." Gel gör ki, bugünü yok sayıp maziyi yâd etmekle geçmiyor hayat. Gazalî sorunu çözmüş: "İçinde bulunduğun an, senin için en mükemmel andır." Hint edebiyatından aparma sözüyle Tolstoy da haklı: "En iyi mekân içinde bulunduğun mekandır. En iyi zaman içinde bulunduğun andır. En güzel insan karşında duran kişidir." Bugünü ve yaşadığımızı konuşmak en iyisi.
Gerçek âşıklar gizlerler aşklarını. Ulu orta konuşmalardan, köşe başı dedikodulardan uzak tutarlar hislerini. Hakkını verecek bir kimse ararlar, ben konuşmadan beni anlayan biri çıkarsa ancak o hak eder sözlerimi. Lakin Nazan Bekiroğlu haklı: "Anlatsam ben aşkımı yok edeceğim, anlatmasam aşkım beni." Bu ne yaman çelişki böyle. Karar senin.
Bazı insanlar sustukça güzelleşir, bazısı konuştukça. Genelde susan kadındır, susmak en güzel kadına yakışır zaten. Anlamak erkeğe, anlaşılmak kadına verilmiş birer paye. Anlaşıldığı kadar anlatır kadın. Ne zor!
Nasıl olsa ikimizin kaderi de sürgün. Dünya bir sürgün yeri değil mi zaten? Ne yaparsak yapalım, bu bitmeyen açlık ruhumuzun yakasını bırakmıyor. Sular asla durulmayacak, anladık. Öyleyse bu kabaran dalgalarda yüzmeye devam. Öyle bir deniz ki bu, derinlere ininceye kadar iflahımızı kesiyor. Tam tükendiğiniz anda "buyur gel, inci tanelerim" diyor. Madem SEN varsın sonunda, o halde bu denizde yüzmeye değer.
"Bana hakikati değil, kendini anlat" diyor ya üstad, sen zaten hakikatsin, kendini anlatman yeter. Ben senden bir hakikat çıkarmayı bilirim.
Bir gerçek var ki, tamamlanmamış bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlığımız her yönüyle eksik. Bir de "evlenen insan dinini tamamlar" hadisini ekleyince, şu bekârların hali nicedir! Ama haklılar. "Bir ideoloji bir toplumu değiştirmek istediği zaman" diyor Eric Hoffer, "Önce aile kurumundan başlar işe. Kadına sosyal hayatta verilen haklar ailede reislik kavramını tartışmaya açar. Kadın erkeğinin reisliğini bir kez tartışmaya başladı mı o evlilik çatırdamaya başlamış demektir. "Her şey müşterek" sözünü "her şey eşit" olarak yorumlamak da bunun bir parçası. Zaten evlilik modern bir hapishaneye çoktan dönüşmüş bir durumda. Bir de sevişmekten çok savaşmakla geçen bir evliliği kim ne yapsın?
Evlenmek lazım
Dünya bir süslü gelin. Onun tadını almak istiyorsan dilini bileceksin. Evlilik, bu dili konuşmanın en güzel yolu. Hem sağlıklı, hem düzenli. Daha ne ister ki insan! Herkes gittikten sonra gidilecek yerdir evimiz. Orada seni bekleyen biri var. Merak ediyor, gelmeni istiyor. Seninle yemek yemek, bir şeyler izlemek, dertlerini, sıkıntılarını paylaşmak istiyor. Hatta susmak istese bile seninle susmaktan yana. Hiç tanımadığın bir insan üstelik. Sevmiş seni, herkesi bir şekilde buluşturan kader sizi de bu korunaklı çatı altında buluşturmuş. Seni asla sevmek zorunda olmadığı halde, hiçbir kan bağı veya zorunluluk olmadığı halde, "Sen bana eş olabilirsin, hayatımı senin için feda edebilirim." demiş. Kapı açılıyor ve her gün başka bir çehreye bürünen, dünyanın bin bir türlü halini yansıtan bir yüz, her şeye rağmen seni istiyor. Bazen bir tatlı bir esinti, bazen soğuk bir rüzgâr, bazen coşkulu bir ırmak, bazen durgun bir nehir, ama hep seninle. Az şey mi? Her zaman yaslanacağını bildiğin omuzlar ya da uzanıp kafanı dinleyeceğin dizler. Başını yasladığın o göğüste saçlarının arasında gezinen o merhamet dolu elin sunduğu zevki başka kim sunabilir?
Orada seni bekleyen biri var...
Hani giderken sokaklarda yatanları, bally çekenleri, bankta oturmuş yalnızlığın efkârıyla boğuşanları, elinde telefon o birinin ilgisini kazanmaya çalışanları, metroda dalgın ifadesiyle camın öteki yüzünde bir şeyler arayanları, dolmuşta belli etmeden keder gözyaşlarını akıtanları, sokaklarda sıkıntıdan volta atanları görerek gittiğin o evde seni bekleyen biri var. O kadar insan gördün, dünyada ne çok dertli insan var, ama senin yine de bir umut taşıyarak gittiğin o ev. Sanki herkes yalnız, bir tek sen değilsinmişcesine güvenle adımlarını sıklaştırarak yaklaştığın o ev. Hani yeryüzünde erkek ve kadın olmanın en çok anlam kazandığı, balkonlu yaz akşamlarıyla soğuk kış gecelerinin birbirini kovaladığı, gelen misafirlere gidilen ziyaretlerin, gardrobun dört mevsim senin için kılık değiştirdiği, yemeklerin senin damak tadına göre sofraya dizildiği, her metrekaresinin senin zevklerine göre döşendiği, her şeyin tamamen sana ve o mekânı seninle paylaşan kişiye ait olduğu o ev.
Orada seni bekleyen bir var...
İnsan ürettiği kadar insan. Üretimin en verimli hali evlilik. Adım adım, yavaş yavaş, öğrene öğrene, sağlıklı ve düzenli ilişkilerle inşa edilen o yuva. İlk dokunuş, ilk hissediş. Kadın nezaketiyle erkek maharetinin o emsalsiz birleşimi. Yaşıyorum ve bunu hissediyorum dediğin, anlatamadığın çünkü anlayamadığın, kelimelerin, harflerin, seslerin aciz kaldığı, her an artan, hiç bitmeyen o zevk. Sonra bu insanlık sanatının, o kapı açıldığında, paytak paytak sana doğru gelmeye çalışan dünyanın en masum varlığına dönüşmesi. Birden dünyanın bütün dertlerini unutturan o sevgi yumağı. Yavrusunu bütün kalbiyle sahiplenerek kucağına alan erkeğini görünce yüreğinin derinliklerinde bir şeylerin kabardığını hisseden, "Babamızı beklerken oyun oynadık bebişimle" diyen kadının yüzündeki tebessümü görünce, o gün yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen içinden "İşte bu!" diyen erkek.
Sen farketmesen de yüzündeki her çizgiyi, saçında beyazlayan her teli, değişen elbise bedenini, kırlaşan saç modelini takip ederek an be an büyümeni, olgunlaşmanı, yaşlanmanı izleyen kadınla, sana adeta bir çocuk gibi özenen kadınla, "yaslandın mı çınar gibi, sardın mı umut gibi" hayat veren kadınla,
"Limanlar gemileri nasıl beklerse" öyle beklediğin, o milyonlarca insan arasından kaçıp sana gelen, küçücük dünyasında yaşamak istediği ne varsa hepsini senden bekleyen, kimi zaman mavi gözlü bir dev, kimi zaman yaramaz bir çocuk olsa da, çocukluğu da, adamlığı da sana mahsus, şu hayatta huzur diye bir şey varsa bedenini sarıp sarmalayan kollarında geçen tatlı bir uykuyla geldiği, seni senden bile kıskanacak kadar deli, seni sana getirecek kadar akıllı, söz konusu sen olunca bir türlü dengeyi tutturamayan, hem annesi, hem çocuğu, hem kadını, hem arkadaşı olduğun, seninle ölmek istiyorum dediğin erkek.
Eve erken gidenin yemeği ısıttığı, kadın ütü yaparken erkeğin yemekleri sofraya serdiği, erkek bebeği pış pışlarken kadının çamaşırları astığı, kadın evi süpürürken erkeğin eline verilmiş listeyle market yolunu tuttuğu, her sabah işe gitmek için beraber kalkılan, alelacele bir kahvaltı sonrası görevleri paylaşıp yola koyulduğumuz, gün boyunca en ufak bir sorunda arayıp danıştığımız, akşam olsa da gitsek dediğimiz bu yuvada sevdamız sürer gider.
Evlenmemek lazım
Biliyorum, artık anlamı yok. Biricik değil sevdiklerimiz. Kadınlardan bir kadın, erkeklerden bir erkek olan eşimiz. Ne büyük acı! Ne mahremiyeti kaldı sevgimizin, ne farkı. O kadar çok insan tanıdık ki, eşimizi onlarla kıyas etmekten kurtulamıyoruz. Sürekli bir yarış içindeyiz. Kendimizi teselli etmeye çalışarak kabullendiğimiz kader. Erkeğini, gördüğü, bildiği, yaşadığı diğer erkeklerle kıyas ederek sevmeye çalışan kadının mutlu olmaya hakkı yoktur. Ya erkek! O daha zavallı değil mi? Her gün şehir hayatının yüzlerce tahrik dolu teklifinden geçerek, her birine dur diyerek, kadınına sadık kalmaya çalışan zavallı erkek! "Öptüğüm kızlar geliyor aklıma" diyen bir erkekle evlenilir mi? O kadın bunu anladığında, ilk olmadığını, tek olmadığını ve asla tek kalamayacağını bildiğinde, yüreğinden artık güvercinler uçamaz hale geldiğinde ne yapacaksın? Nasıl inandıracaksın sadece ona bağlı kalacağına?
Başını yastığına koymuş, sırtı kocasına dönük bir kadın düşünüyorum. İşte insanın istese de yalan söyleyemediği an! İşte herkese gösterdiğin birçok yüzünün dışında, göstermediğin, gösteremediğin, bazen kendin bile yüzleşmek istemediğin gerçek yüzün. Kendini bile kandırmaktan uzaksın. İşte bütün çıplaklığınla sen. İşte o kadın! Gözünden düşen ilk damla! "Ben ilk değilim. İşte, hemen arkamda sessiz bir uykuya dalmış bu adamın kokladığı kaçıncı çiçeğim? Beni her gece geçmişte kalan bir hatırasıyla mı kıyaslayacak? Eksiklerim daha mı çok gözüne batacak? Bildiğim, bilmediğim bütün kadınlarla yarışacak mıyım bu adamı bana bağlı tutmak için? Az önce olan şey, bir an kendimi bir başka kadınla aynı terazide hissedişim... Gördüğü, konuştuğu her kadında beni mi sorgulayacak yoksa? Bu hep böyle mi sürecek? Bana her dokunduğunda acaba aklından neler geçiyor, kimi düşünüyor, yaşadığı zevklerin hangisiyle ölçüp tartıyor diye mi düşüneceğim? Kadınlığım hep bir yönüyle eksik mi yaşanacak? Hep mükemmel olmak zorunda kalıp, ne yapsam da mükemmel olamayacak mıyım?"
O gece biter mi? O umutlar birer birer bitecek ama, o gece bitmeyecek. O gece dünya değişecek. O gece yüzlerce soru sorulacak. Yüzlerce cevap aranacak karın ağrıları eşliğinde. O gecenin sabahında, bir başka kadın çıkacak ortaya. Hayatın gerçeklerini kabullenmiş, "istediğim gibi bir hayat mümkün değil" diyen bir kadın. Yol ayrımında bir kadın. Tamam mı devam mı? Elbette devam. Başka çaren mi var? Gittiğin yer bundan farklı mı olacak sanıyorsun? "Ben asla özel bir kadın olamayacağım." Paylaşılmak, buna mecbur tutulmak seven bir kadının yaşayacağı en büyük ızdırap. Ama hayat böyle. Sıradanlaşmayı, herkes gibi olduğunu öğretiyor sana. Bir kadının acı çeke çeke sıradanlaşmayı kabullendiği bir toplumda yaşıyorsan bazı şeyleri göze almalısın.
Dönüyoruz yastığın diğer tarafına? Derin ve huzurlu bir uykuya daldığı sanılan erkeğin yanındayız. Gözlerinden yaş düşmüyor, çünkü o bir erkek. Bir erkeğin gözlerinden yaş aktığında, o erkek için artık çare kalmamış, insanlığı ölmüştür. Onunla birlikte insanlık da ölmüştür. Bu erkek, geçmişte yaşadıklarından şimdi daha da pişmandır. Zira, bu gece yaşadığı zevkler hiç de heyecan uyandırmamıştır. Hatta belli belirsiz bazı şeyleri hatırlıyor gibidir. Ne garip! Oysa başka türlüsünü bekliyordu. Bütün bir geçmişine set çekecek, her şeye sıfırdan başlayacak, bembeyaz bir sayfa açacaktı hayatında. Bir hata yapmaktadır bu erkek, hayatını bir kadının değiştirmesini beklemektedir. Yaşadığı bütün zevkleri ve dertleri unutturmak ve yepyeni bir adam yaratmak gibi bir görev yüklemiştir hemen arkasında yatan kadına. Bir kadının böyle bir şeye gücü yeter mi? Yetmediğini öğrenmektedir erkek, işte yaşadığı acıların kaynağı budur. Sen kendini yenilemedikten sonra kimse gelip temizlemez. Kirletirken başkasına mı sordun da temizlemeyi bir başkasından bekliyorsun? Geçmişinden kopamaz bir insan. İşlediğin günahlar asla yakanı bırakmaz. Her birinin bedelini hem de sonuna kadar ödemeden rahat yok sana. Sen bunu kabul etmesen de olur. Duvar yine de bir duvardır. Hak ettiğini düşünüyorsun, ama haksızlık ettiğinin de farkındasın. Sen ilk misin ki, ilk olmasını bekliyorsun? Az önce yaşadığın şey, herkesten farklı olmasını beklediğin ama herkes gibi olan bir kadın mıydı o? Eyvah, bu işin sonu nereye varacak?
Evlilik Güzeldir
Evlenilecek erkek yok diyen kadın evlenilmeyecek kadındır. Evlenilecek kadın yok diyen erkek de evlenilmeyecek erkektir. Herkes yaşadığı hayatı gerçek zannetmekte masumdur. Herkesi kendin gibi sandığın için masumsun. Ama dur biraz, etrafına bir bak. Sen iyi dostlar aradın da karşına mı çıkmadı? "Sana iyi dostlar, güzel dostlar yeryüzünde de var, gökyüzünde de var" diyorlar. "Ben belamı aramışım bela bulmuşum, dost arasaydım dost bulurdum" dedin mi hiç? Sen bir sevgiyi inşa etmek istedin ve üzerine düşeni yaptın da bu kadar mı haksızlığa uğradın? İşte zavallı şehir insanının trajedisi. Suçu hep zamana ve başkalarına atmak. Kendisi dünyanın en temiz, dürüst, namuslu insanıdır da, herkes kirlenmiştir. Ne yapsa acaba? Bu kirlenmiş dünyada temiz duygularını nasıl yaşatacak? Demedin mi hiç, ben neysem kendime uygununu seçeyim, benden fazlaysa ona ulaşmak için gayret edeyim? İşte hepimiz, senin gibi dertliyiz. "Testide ne varsa dışarı o sızar" demedin mi hiç? Hep mi sensin haksızlığa uğrayan? Sen kimsenin hakkını yemedin, kimsenin gönlünü kırmadın, kimseyi dışlamadın mı? Sen tertemiz bir aynada kendini seyretmek istedin de hep mi kirli aynalar çıktı karşına? O halde sen ne kadar temizsin? Belki senin camların kirli ya da buğulu gösteriyordur. Belki birçok temiz ayna gördü seni, biraz yaklaşınca kirlerini gördü ve kaçtı. İşte sen, bütün gizlediğin gerçeklerinle sen. Hâlâ haksızlık ediyorsun. Acaba beni hak eden insan nerede? diye soruyorsun. Sen ne kadar hak ediliyorsun? Herkes kötü de bir sen misin iyi? Eğer kendinden yola çıkarak güvenilecek insan yok diyorsan, yine kendinden yola çıkarak sevilecek insan burada demeyi düşündün mü hiç?
Bütün çiçeklerden koklamak sadece arıya mahsustur, o da bunu bilerek değil, içgüdüsüyle yapar. Sen insansın, hiç kimse mükemmel olmadığı gibi, sen de değilsin. Hepimiz suyu kirletiyorsak, suyun dışına çıkmak niye? Zaman değişir ve zamanla birlikte insan da değişir. Bırak bu suda beraber yıkanalım ve hem kendimizi hem de suyu temizleyelim. Vazgeç şu gözü dönmüş modern insan hastalıklarından. Dünya kime vefa kılmış ki sana kılsın!
"Hadi ben bensiz geleyim, sen sensiz gel. Soyunalım iki can, girelim şu ırmağa hadi" Hani "İnsan su misali kıvrım kıvrım akar ya", akan su kendini temizlemez mi? Allah her gün dünyayı yeniden yaratmıyor mu? Sen her gün yeniden yaratılmıyor musun? Hücrelerin her gün kendini yenilemiyor mu? "
"Dün öldü, bugün can veriyor, yarın henüz doğmadı." Zamanın kıymetini bilmek varken geçmişle gelecek arasında sıkışmak niye? Sen ne kadar insansan ben de o kadar insanım. Gel beni yıka, ben de seni yıkayayım. Sen evlenilmeye ne kadar layıksan ben de o kadar layığım.
Sanırım, hepimiz evin camlarını temizlemekle işe başlamalıyız.
Evlenilecek insan nerede? diye soruyorsun. Evlenilecek insan burada. Sen neredesin?